Asırlar boyunca pek çok insan bir kurtarıcının gelmesini beklemiş. Ve hâlâ bekleyenler var…
“Beklenen Kurtarıcı” inancı sadece Yahudilik ve Hristiyanlıkta değil, Zerdüştlük, Budizm, Hinduizm, Maniheizm ve Taoizm gibi dinlerde de vardır.
Hz. Muhammed’e atfedilen rivayetler yoluyla bazı Müslümanlar arasında bile yayılmıştır bu inanç. Oysa eskilerden doğru namına ne kalmışsa hepsini içerdiğini (En’am, 92) iddia eden Kur’an’da şöyle bir ayet vardır: “Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am, 38). Ve bu eksiksiz kitapta Mehdi’nin geleceğini ifade eden bir ayet yok.
Mehdi ya da Mesih inancı çoğu kez kıyamet senaryolarıyla birlikte zikredilmektedir. Kıyametten önce beklenen kurtarıcının geleceğine inanılır çünkü.
İslam dininde kıyametin geleceğine inanılır ama saatini bilemeyeceğimiz kabul edilir. Özellikle Yahudi ve Hıristiyan bazı din adamları ise kıyametin kopacağı zaman dilimine dair kehanette bulunmuştur. Neden?
Aslında araştırmalar gösteriyor ki, bu iddiaların çoğu politik ya da siyasi amaçlıdır. Yoksulluk ve savaş gibi zor dönemlerde insanlara umut dağıtmak esas amaç gibi görünüyor.
Kayıtlara bakılırsa, milattan sonra 66 yılından başlayıp günümüze uzanan yaklaşık yüz elli civarında tahmin yürütülmüş hatta tarih bile verilmiştir. Belirlenen tarihlerin çoğu geçmiş ama kıyamet kopmamıştır. Bu satırları okuyorsanız daha sonraki kehanetler de tutmamış demektir. Ama yarın için atış serbest!
İnsanlar, kendi buluşları olan tarih ve rakamlara bakarak Yaratıcının belirlenen özel bir tarihte Mehdi ya da Mesih -ya da başka bir kurtarıcı- göndereceğini iddia ediyor.
Hiçbiri tutmadığı halde insanlar yeni tahminlere inanmaya meyilli görünüyor. Çünkü iddia büyük. Belki daha da önemlisi, bu iddialar, bir şeyler yapmaktansa kurtarıcıyı beklemek gibi konforlu bir yola davet ediyor insanları. Rahat ama etkisiz bir yol…
İneğe tapanlar dahil olmak üzere kimsenin inancını yargılamak benim işim değil. Akıl, mantık ve gerçekten ziyade duygu ve hikayelerle şekillenmiş inançları tartışarak değiştirmenin de zorluğuna inanırım. Tartışmalardan uzak durma çabam da bu yüzdendir zaten.
Ben insanla ve dünyayla ilgileniyorum. Daha mutlu insanların güven içinde yaşadığı daha güzel bir dünya hayal ediyorum. Şimdi de sanırım bu hayallerimle Mehdi inancının bağlantısını merak ediyorsunuzdur.
Bir kurtarıcının geleceğine dair ortaya atılan yeni tahminlerden biri tutacak olsa bile kanaatimce sormamız gereken şu:
Yarın ya da yüz yıl sonra Mehdi ya da Mesih gelecek olsa bizim için ne fark eder? Yani oturup beklemeye devam mı etmeliyiz?
“Uma uma döndük muma,” der atalarımız. Görünen o ki, bugüne kadar milyarlarca insan ölüp gitti, Mesih ya da Mehdi gelmeden…
Tam da bu noktada Nasreddin Hoca fıkrası geliyor aklıma:
Hocaya kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar.
“Hangi kıyamet?” der Hoca.
Bu yanıta şaşıran Hoca’nın dostları “Hocam, kaç kıyamet var ki?” diye sorar bu sefer. Hocanın yanıtı yüzünüzü güldürür:
“Hanım öldüğünde küçük, ben öldüğümde büyük kıyamet kopar.”
Şaka bir yana her insanın ölümü başlı başına kıyamettir zaten. Tarihi belli olmasa da bu kesindir. Yani Mehdi ve Mesih hakkındaki iddialardan daha kesin… Ama benim daha önemli olduğunu düşündüğüm mesele şu:
Mehdi, Mesih ya da Hz. İsa neden gelsin? Ve beklenen kurtarıcılar gelecek olsa bile bu neyi değiştirir?
Katolikler, Tanrı diye vasıflandırsa da Hz. İsa tıpkı bizler gibi bir insandı, doğaüstü güçleri yoktu yani. Ama üstün ahlakı ve elçi olarak seçilmesi onu özel bir insan yapıyor.
Şimdi bekleyenlere sormak gerekir: Yaşarken bile kendisini bir grup insanın elinden kurtamamamış olan Hz. İsa, değişime uğramış ve süper güçlerle donatılmış bir halde mi inecek yeryüzüne? Yok, milyonların inandığı Hz. İsa olarak inecekse neyi farklı yapacak? Yine insanlara mesela, bilgili ve erdemli yaşam ilkelerini anlatmayacak mı?
Bu ilkeler zaten elimizde var! O halde neyi bekliyoruz?
Mehdi ya da Mesih gelmese de biz hakikatın ardından koşabilir ve erdemli bir yaşam için elimizden geleni yapabiliriz.
Gerçek veya efsane, bir kurtarıcının geleceğine inanmak masum görünebilir ama bu beklentinin neden olduğu rehavet ve atalet dünyamızın gittikçe daha da yaşanmaz hale gelmesine zemin hazırlıyor.
Yoğun duygularla bağlandığımız inanç ve ideolojilerimizin etkisi altındayken hakikate ulaşmanın zorluğunu kabul ederek yola çıkabiliriz. En aykırı fikirlerin daha doğru olma ihtimalini değerlendirebilecek kadar cesur olduğumuzda hakikate ulaşma şansımız artacaktır.
Oturduğumuz yerde kulağımıza fısıldanan bilgilerle yaşamak kolay geliyor. Oysa hakikate ulaşmanın bir bedeli vardır. Kalkmak, okumak, araştırmak, yani yorulmak ve terlemek gerekir. Bu zahmete katlandığımızda dünyamız çok daha güzel bir yer olacak. Buna gönülden inanıyorum. Neden mi?
Çünkü aklın yolu tektir. Hakikat, tektir. Daha güzel bir dünyayı tüm içtenliğiyle isteyen herkes zahmet edip hakikate ulaşmaya çabaladığında ortak noktalarımız artacak, ihtilaflar azalacak, dolayısıyla çatışmalar da durulacaktır.
Bazı insanların inandığı ve beklediği gibi Mehdi gelirse bu sorun değil. Kaybedeceğimiz bir şey yok. Hakikat ve erdem hayattaki önceliklerimiz olduğunda beklenen kurtarıcıyla iyi anlaşırız zaten.
Ama -bugüne kadar olduğu gibi- Mehdi gelmezse yine zararda değiliz. Bir ömrü bekleyerek tüketmemiş oluruz. Mehdi gelmiş ve bizi erdemli bir hayata davet etmiş gibi yaşamamamızın önünde engel yok, değil mi?
Yalan, kin, nefret, ihtiras, intikam gibi ahlaksızlıkların yaktığı ateşleri söndürecek olan şey hakikattir. Öyleyse yangında itfaiye arar gibi hakikati aramalıyız.
Güvenmek güzel bir şeydir ama bilgi aldığımız iyi niyetli insanların kaynaklarının da güvenli olduğunun bir garantisi yok.
“Sizin için elini taşın altına koymayan insanların, aklınızı, duygularınızı ve hislerinizi etkilemesine izin vermeyin,” derken harika bir tespit yapıyor sanatçı Will Smith (1968- ).
Kavga ve çatışmaların nedeni hemen her zaman yalan, dedikodu ve iftira gibi erdemsiz tutumlardır. Dünyada bu kadar çok yalancı ve dedikoducu yoksa bu çatışmalar neden oluyor?
İşte bu sorunun yanıtı sanatçının çarpıcı tespitinde gizlidir. Yalancıların sayısı azdır ama güvendiği bir insandan aldığı haberin doğruluğunu araştırmadan, sorgulamadan yayan saf insanların sayısı çok fazladır.
Yaşadığım toplumun büyük bir çoğunluğunun inandığını düşündüğüm kitaptaki bir mesaj düşündürücüdür: “Ey inananlar! Eğer size bir fasık haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6)
“Reddedin,” demiyor mesaj, “İyice araştırın!” diyor.
Fasık?
Yoldan çıkmış, güvenilmez haliyle insanların aralarını bozmaya meyilli herkes…
Yaşadığımız toplumda herhangi bir insanla ya da toplulukla aramızı bozma potansiyelini taşıyan her bilgiyi etraflıca araştırsak dünyamız cennete dönerdi.
Yalancı, dedikoducu ve iftiracıların pervasızlığının nedeni, kendisine inanan insanların saflığıdır. Her birimiz sorgulamaya başladığımızda bu ahlak yoksunu kişiler lafını bilip de konuşacaktır. İşte size toplumsal barış, birlik ve beraberlik için harika bir formül.
Kitaba inanmayanlar bile bahsettiğim ilkenin değerini takdir edecektir sanırım. Her sözü dinlesek de duyduklarımız arasından doğru olanı kabul etmeliyiz, bize doğru geleni ya da hoşumuza gideni değil.
Sorgulamadan, araştırmadan, yoğun duygularla bir inanç ya da ideolojiye saplanmaktan daha tehlikeli bir şey varsa bir başka düşünce sistemine aynı yoğun duygularla düşman kesilmektir. Öyle ki, kendimizin neye inandığını, bu inancımızla ne yaptığımızı bile unutur ve sadece bir başka yaşam tarzının düşmanı olmakla yetiniriz. Bu da bir ömrün boşa geçmesi demektir.
Kimsenin kusursuz olmadığı bir dünyada eleştirilemeyecek insan da yoktur. Ama eleştiri niyetiyle yapılan yergi dünyadaki en boş beleş işlerden biridir. Tam da şimdi bilgelerin pınarından zihnime takılanları paylaşmak istiyorum.
“Karanlığa küfredeceğine bir mum yak,” der Konfüçyüs (M.Ö. 551-M.Ö. 479).
“Her tarafınız yara bere içindeyken başkalarının sivilcelerine bakıyorsunuz,” diye hatırlatır Seneca (MÖ 4-MS 65).
“Kusur arıyorsan, tüm aynalar senin,” derken kendimize gelmeye davet eder bizi Celaleddin Rumi (1207-1273).
“Kusurumuz ne kadar çoksa o kadar kusur ararız,” diyerek çarpıcı bir tespit yapar Cenap Şahabettin (1870-1934).
Şimdi siz bu bilgelerin asırlardır eskimeyen sözlerini okuduktan sonra gelin de eleştirin bakalım!
Bilginin aydınlattığı yolda barış dolu bir dünya dileklerimle…