Tarihsel backgroundda Montaigne’den beri vicdanın sesiyle, aklın terazisiyle tartılır insanlık. Monteskiyö, kuvvetler ayrılığını yalnızca bir yönetim modeli değil, aynı zamanda bireyin baskıya karşı korunması olarak görmüştür. Çünkü güç, denetimsiz kaldığında yozlaşır. Roma senatosundan Fransız Devrimi’ne, yasasız otorite tiranlığa gebedir.
Voltaire’in “Her kim sizi konuşturmazsa, sizin adınıza konuşur” sözü, yalnız ifade özgürlüğü değil, sorgulama hakkının da temelidir. Sormayan toplum, itaatkâr bireyler yığınına dönüşür. İbn Haldun, devletin çürümesini yönetenlerin adaleti terk etmesiyle açıklar. Mukaddime’de bu süreci, toplumun çöküşüne giden yolun başı olarak tanımlar. Adalet, mülkün temeli değilse, o mülk bir hayaldir.
Solon’un Atina’sında dahi halk, zorbalığa karşı yasa talep etmiştir. Platon’un “Devlet”inde bile yönetenin erdemli olması bir zorunluluktur. Oysa erdem, sorgulayan bir toplumun talebiyle mümkündür. Aksi takdirde ideal devlet, sadece bir düşte kalır.
Duverger’in anayasa kuramı bize şunu söyler: Hukuk, sadece metin değildir. Uygulama yoksa, anayasa bir süs kağıdına dönüşür. Ve bu durumda halkın susması, kendi geleceğinden vazgeçmesidir.
O yüzden:
Vatandaşlık, sadece oy kullanmak değil, o oyun neye verildiğini bilmektir. Birey, sadece bir seçmen değil; denetleyici, sorgulayıcı, aktif bir hak sahibidir. Çünkü demokrasi, sadece çoğunlukla değil, ilkelerle yaşar.
Kurumlar, anayasadan aldığı güçle işler. Şahıslardan değil, kurallardan beslenir. Ve birey; yani sen, ben, biz… İşte o kuralların asıl sahibiyiz. Çünkü bu devlet, bizim vergimizle, bizim emeğimizle, bizim dualarımızla ayakta durur.
Halep orda arşın burda,
Bağdat orda yol burda,
Tarih burda, millet burdadır.
Bizi bilen bilir;
Bilmeyen de arif olanın susuşundan, hakikatin izini sürenin duruşundan anlar.
Maskeyi kaldırmak cesaret ister;
Ama hakikat, yalnızca maskesiz olanların gözünde parlar.
15
önceki yazı