Maden–Çevre İkilemi Gerçek mi? Yanıltıcı Bir Karşıtlığı Aşmak
Türkiye’de çevre tartışmaları yıllardır sahte bir ikileme sıkıştı: Ya kalkınma ve üretim ya çevre ve doğa koruma. Oysa bu karşıtlık meseleleri çözmek yerine kilitliyor.
Türkiye’de madencilik tartışmaları “ya o ya bu” çizgisine hapsedilmiş durumda. Bir yanda “ekonomi büyümek zorunda, maden çıkarılmalı” diyenler, diğer yanda “doğa talan ediliyor, üretim durdurulmalı” diyenler var. İki cephe gibi sunulan bu siyah-beyaz bakış, gerçek çözümleri görünmez kılıyor.
Oysa gerçek şu: Türkiye’nin kalkınması için madencilik vazgeçilmez. Enerji, inşaat, savunma sanayi, yenilenebilir teknolojiler—hepsi belli madenlere muhtaç. Küresel krizler ve savaşlar da bu bağımlılığı daha kritik hale getiriyor.
Ama bu gereklilik çevreyi yok etme hakkı vermez. Su kaynakları kirletilemez, ormanlar yok edilemez, tarım arazileri kalıcı olarak kaybedilemez. İklim krizinin ortasında ekosistemleri gözden çıkaramayız.
İkisini birlikte mümkün kılmak zorundayız. Bunun adı planlama, denetim, bilimsel analiz, halkla müzakere, teknolojik yatırım ve iyi yönetişimdir. Maden–çevre “ikilemi” aslında kolaycı bir bahanedir. Ya üretimi savunup doğayı feda etmek ya da doğayı savunup üretimi reddetmek basittir. Zor olan ikisini aynı anda başarabilmektir.
İlk adım bu sahte ikilemi reddetmek. Ne maden karşıtlığıyla sorumluluktan kaçalım ne de madencilik lobilerinin çevresel maliyetleri unutturmasına izin verelim. Bu yazı serisinde işte bu kolaycı kutuplaşmanın ötesine geçip gerçekçi çözümleri konuşacağız.
Zeytinlikler ve Madencilik: Popülizmin Ötesinde Bir Yol Var
Türkiye’de zeytinlik sahalarında madencilik faaliyetlerinin önü açılacak mı? Bu soru tekrar TBMM gündemine geldiğinde kamuoyu anında iki kampa bölünüyor. “Zeytin katliamı yapılacak” diyenler bir yanda, “yatırımlar engelleniyor” diyenler diğer yanda. Ortada bir diyalog zemini kalmıyor.
Evet, zeytin Anadolu’nun en eski tarım ürünlerinden biri. Sadece ekonomik değil, kültürel ve ekolojik bir değer. Ama bunun korunması mutlak yasakçılıkla sağlanamaz. Çünkü madencilik de Türkiye’nin kalkınma ihtiyacıdır.
İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi dünyanın önde gelen zeytin üreticileri bile madencilik faaliyetlerini yasaklı alan ilan etmiyor. Orada çevresel etki analizi, taşınabilir ağaç planlaması, rehabilitasyon bütçesi, yeraltı su koruması gibi unsurlar bir arada değerlendirilerek proje bazlı izinler veriliyor. Yasak veya sınırsız serbestlik yok; koşullu izin ve denetimli uygulama var.
Türkiye’de ise mevzuat parçalı ve popülist baskılara açık. 3573 sayılı Zeytincilik Kanunu “3 km sınırı” tartışmalarıyla, Maden Kanunu ise sınırsız ruhsat mantığıyla çelişiyor. Sonuçta düzenlemeler ya aniden geri çekiliyor ya da uygulanamıyor.
Bu yüzden Türkiye’nin tartışmayı değiştirmesi şart. Sloganlar yerine proje bazlı çevresel etki analizi, gerçek halk katılımı ve taahhütlü rehabilitasyon planları gerekiyor. Zeytinlikleri koruyalım, evet. Ama kalkınma ihtiyacını da göz ardı etmeyelim.
Türkiye’nin ihtiyacı siyah-beyaz kamplaşmalar değil, ortak akıl ve planlama. Bu kavga böyle sürerse zararını hem çiftçi hem sanayici hem de gelecek nesiller çeker.
Madencilik Sektörüne Ayna Tutmak: Ruhsat Yetmez, Güven İnşa Edilmeli
Türkiye’de madencilik sektörü kendine de dürüst bakmak zorunda. “Devletten izin aldım mı gerisi beni ilgilendirmez” yaklaşımı hâlâ çok yaygın. ÇED raporları çoğu zaman formaliteye indirgeniyor. Yerel halk toplantıları gerçek diyalog değil, kriz vesilesi oluyor.
Sonra şirketler “çevreci lobiler projelerimizi engelliyor” diye şikayet ediyor. Oysa yerel halkın güvenini kazanmak ruhsat almaktan çok daha önemli ve zor.
Almanya örneği bunu açıkça gösteriyor. Orada maden projeleri bağımsız ekolojik danışmanlarla hazırlanır. Yerel yönetimler, sivil toplum ve halk süreçte baştan yer alır. Rehabilitasyon planı ruhsatın ayrılmaz parçasıdır ve bütçesi baştan bloke edilir.
Şirketler yerel istihdam sağlar, tedarik zincirini yerelleştirir, sosyal projelere katkıda bulunur. Madencilik bir işgal değil, ortak kalkınma modeline dönüşür.
Türkiye’de ise çoğu zaman şirketler yerel halkla çatışmayı yönetmeye çalışır, rehabilitasyonu maliyet olarak görür, bağımsız denetimi istemez. Sonuç: Toplumsal tepki, yasal krizler, itibar kaybı.
Bu yüzden madencilik sektörü kendini yeniden tanımlamak zorunda. Madencilik sadece jeoloji ve mühendislik değil, halkla ilişkiler, ekoloji ve toplumsal sorumluluk meselesidir. Ruhsat yeterli değildir; güven inşa edilmelidir.
Türkiye İçin Akılcı ve Sürdürülebilir Bir Kaynak Yönetimi Modeli
Artık herkes biliyor: Türkiye hem madenlerini çıkarmak hem çevresini korumak zorunda. Birini seçmek lüksümüz yok. Ama bugünkü kutuplaşma bunu imkânsız kılıyor.
Ne mutlak yasakçılıkla ne de sınırsız serbestlikle ilerleyebiliriz. Türkiye’nin ihtiyacı, çok paydaşlı, şeffaf, planlı ve adil bir sistem.
Birincisi, mevzuat yenilenmeli. Alan bazlı toptan yasaklar yerine proje bazlı izin sistemi kurulmalı. Çevresel etki gerçek anlamda ölçülmeli. Yeraltı suyu, flora-fauna, tarım etkileri, halk sağlığı analiz edilmeli.
İkincisi, rehabilitasyon zorunlu ve finanse edilmiş olmalı. Ruhsat aşamasında bütçe bloke edilmeli. Sahalar kapandıktan sonra tarım alanına, ormana, gölete dönüştürülmeli.
Üçüncüsü, bağımsız denetim ve şeffaflık sağlanmalı. ÇED süreçleri gerçek katılımla yürütülmeli. Projeler kamuoyuna açık, izlenebilir ve hesap verebilir olmalı.
Dördüncüsü, şirketler halkla ilişkiyi ikna faaliyeti değil ortaklık olarak görmeli. Yerel istihdamı artırmalı, sosyal sorumluluk projeleri planlamalı, yerel ekonomiye entegre olmalı.
Son olarak devlet siyaset üstü bir hakem gibi davranmalı. Bilim insanlarının, çevre uzmanlarının ve sektör temsilcilerinin katıldığı, veriye dayalı bir planlama mekanizması oluşturulmalı.
Türkiye bunu yapabilir. İtalya, Almanya, İspanya gibi ülkeler yapabiliyor. Türkiye’nin eksiği imkânsızlık değil irade ve vizyon.
Gelecek nesillere hem zenginlik hem doğa bırakmak elimizde. Ya bu ikisini birlikte başaracağız ya da kavga ederek her ikisini de kaybedeceğiz.
Son söz;
Değerli okuyucular, farklı mecralarda uzun zamandan beri yazmakta olduğum bu kapsamdaki yazılarımla, Türkiye’nin maden–çevre tartışmasına popülizmin ötesinden bakmayı, gerçekçi ve sürdürülebilir bir kaynak yönetimi için somut ilkeler önermeyi amaçlıyorum. Geleceğe, akılla ve ortak paydada bakmak dileğiyle.