Yazıma “Bahar geldi!” diye başlamak istiyorum, içimden öyle geliyor. Çünkü bahar geldi! Dereler şırıl şırıl akıyor, her yer çiçeklerle donandı! Gerçekten öyle oldu. Ama bu yıl kış hiç gelmedi, en azından bizim buralara hiç uğramadı. Diyebilirsiniz ki Akdeniz’e kış ne zaman uğradı ki? Bu da doğru ama biraz uğrardı; yağmur yağardı hiç olmazsa… Toroslar’a kar düşerdi, bu yıl taa tepelerinde çok az miktarda vardı.
Uygarlıktan söz edilmeye başlandığında Mehmet Akif Ersoy’u anmadan geçmek pek olası değil galiba. İnsanoğlunun teknoloji ve uygarlık kavramlarını sürekli birbirine karıştırdığını düşünüyorum. Her zaman teknolojik olanın uygar da olması gerekmiyor benim anlayışıma göre. Sade bir tanımla uygarlık, diğer bireylere, tüm insanlığa ve doğaya karşı saygılı ve sorumlu bir tutum içinde olmak ve bu tutumu da davranış halinde sürdürebilmektir. Aslında basit bir şey uygar olmak… Uygar olmak adına, doğanın bitmez tükenmez gibi görünen nimetlerinden sonuna dek yararlanırken üstüne üstlük yıkıp döktük de… Geldiğimiz noktada olağanüstü uçaklarımız, bilgisayarlarımız, otomobillerimiz, sanayimiz her şeyimiz var. Ancak korkarım yakın zamanda üzerinde yaşayabileceğimiz bir dünyamız olmayacak! Dünyamız KOAH olmuş! Artan karbondioksit miktarı ile birlikte küresel ısınma ve her an bozulmakta olan ekolojik denge. Ekolojik dengenin bozulması beni hekim olarak çok yakından ilgilendiriyor. Binlerce canlı türü suda, karada ve havada peş peşe yok oluyor. Havadaki oksijenimiz azalıyor, dünya nefes alamaz hale geliyor. Toprağımız kuraklaşıyor, dünya çöl oluyor. Bir diğer yandan birçok kara parçası sular altında kalma tehdidi yaşıyor, sürekli seller oluyor. İnsanlık tarihindeki en tuhaf doğa olayları yazık ki bu aralar yaşanıyor. Tüm bu değişimler insanlığı göç, açlık, susuzluk, binlerce hastalık, ciddi hijyen sorunları ve akla gelmeyen pek çok tehlikeye açık hale getiriyor. Ekolojik dengedeki değişim birçok canlı türünün yol olmasına, bir kısmının yeni koşullara uyum sağlamasına neden olacak. Mikroorganizmalar yeni koşullara en kolay uyum sağlayacak yaşam formları şüphe yok ki. Yeni mikroorganizmalar türeyebileceği gibi, mevcutların da antibiyotiklere direnç kazanma tehlikesi çok büyük. Artık antibiyotik üretme hızımız, dünyanın mikroorganizma geliştirme hızına denk olamayacak. Bir hekim olarak dünyayı en çok kirleten ülkelere Kyoto anlaşmasına imza koydurma gücümüz yok. Öte yandan fosil yakıtları henüz ortadan kaldırma şansımız da yok. Hekim ve akademisyen olarak insanları bilgilendirmek belki tek şansımızdır. Değişen ekolojik denge ile birlikte antibiyotiklere direnç çok daha hızlı gelişme riski taşıyor. “Gereksiz antibiyotik kullanmayınız!” sloganı sanırım Alexander Fleming’den bu yana hiç bu kadar geçerli olmamıştı. Nazokomiyal enfeksiyonların ne kadar hızlı arttığı ve çoğu antibiyotiğe direnç kazandığı sanırım enfeksiyonla uğraşan hekimlerin dikkatinden kaçmamaktadır. Hekim olarak, yüreğimiz bu kadar sevgi ile dolu iken hepimizin “Ne yapabiliriz?” sorusunu kendimize sorduğumuzdan eminim.
Hekim ve insan olmanın bize yüklediği ağır sorumluluklar var. Bazılarımızın bu sorumlulukları uygar bireyler olarak kolayca üstlendiği çok açık. Dünyamızın kısa sürede iyileşmesi en büyük temennim, ama nasılsa bu kısa vadede zor. Hiç değilse hem bugün hem de yarın için günlük sağlık uygulamasında bir adım atabiliriz. Bilinçli antibiyotik kullanımı ile nazokomiyal enfeksiyonların azalmasına, en azından antibiyotiklere karşı direnç gelişmesinin engellenmesine katkıda bulunabiliriz. Biliyorum bu dünyayı kurtarmaz; ama belki insanoğlunun bu gezegende daha uzun süre varlığını sürdürmesine yardım edebilir. Dünyanın, yemyeşil nice baharları insanoğluna hep getirmesi dileğimle…