Size iyi bir iletişimci olmanın sırrını anlatmak istiyorum bu yazıda.
Düşünsenize, siz de bu iki temel beceriyi öğrendiğinizde, belki çocuklarınıza, öğrencilerinize, arkadaşlarınıza anlatmak istersiniz.
Belki bir yaz tatilinde iletişim şeklinizde fark yaratabilirsiniz.
Ne dersiniz?
DİNLEMEK Mİ?
Evet, belki de farkında olmadan en az yaptığımız şey…
“Dinlemek” sandığımız kadar pasif bir şey değil.
Etkin dinlemek; göz teması kurmak, jest ve mimiklerle varlığımızı hissettirmek, o kişinin ne söylediğini değil, ne demek istediğini anlamaya çalışmak ve ona anladığımıza ilişkin geribildirimde bulunmaktır.
Etkin dinlediğimizde karşımızdaki kişi kendisinin anlaşıldığını hisseder.
Söyledikleriyle, duygularıyla, anlatmak istedikleriyle tam olarak anlaşıldığından emin olur.
Onun söylediklerine katılmak zorunda değiliz. Ancak yargılamadan, eleştirmeden, tartışmaya girmeden, akıl ya da öğüt vermeden, sözünü kesmeden, yalnızca anlamak için ve anladığımızı bildirmek için karşımızdakini dinlediğimiz bir dinleme türüdür bu.
Kalpten kalbe ulaşan yolun köprüsüdür.
Çatışmalar da çoğu zaman insanların birbirlerini duymadığı, anlamadığı, eksik ya da yanlış anladığı, kendini ifade edemediği, ifade etmek istediğinde doğru anlaşıldığına ilişkin karşılık bulamadığı, karşıdakinin ona ayna tutmadığı, kelime köprüsünden uzattığı eli tutamadığımız, ellerimizin buluşamadığı durumlarda ortaya çıkar.
DOKUNMADAN DOKUNMAK
Bir hekimin hasta ile kurduğu iletişim, çoğu zaman reçeteye yazılan ilaçtan çok daha fazla şey ifade eder.
Bazen bir bakış, bazen bir kelime, bazen sadece birkaç saniyelik bir dinleme hâli, hastanın kendisini “anlaşılmış” hissetmesi için yeterlidir.
Tıbbi bilgi, elbette vazgeçilmezdir. Ancak o bilgi nasıl sunulur, hangi tonda, hangi yüz ifadesiyle, hangi anda iletilir — işte bütün fark burada başlar.
Çünkü sağlık iletişimi yalnızca bilgi aktarmak değil, duyguyu da taşımaktır.
Kaygı, belirsizlik ve korku içindeki bir insanın karşısında, onu sadece “vak’a” değil, insan olarak görmek, iyi bir hekimin asıl gücüdür.
Etkin dinleme burada hayati bir beceridir.
Bir hekimin sadece “şikâyetleri” değil, hastanın anlattıklarının arkasındaki kaygıyı da duyabilmesi gerekir.
Ve bazen bir hasta sadece bir teşhis değil, bir tebessüm arar.
Kimi zaman “Geçmiş olsun” sözü, en güçlü ilaçtan bile daha çok teselli verir.
Hasta da aynı şekilde, hekimin bilgi ve dikkatine güvenmek için açık bir iletişime ihtiyaç duyar.
Doğru soruları sormak, verilen bilgiyi anlamak ve gerektiğinde tekrar istemek, bu iletişimin bir parçasıdır.
İletişim iyi kurulmadığında, en iyi tedavi planı bile amacına ulaşamayabilir.
Ama güvene ve anlayışa dayalı bir iletişimle, en zor tanılar bile birlikte göğüslenebilir.
İşte bu yüzden, sağlık alanında da iletişimin özü “anlamak”tır.
İyi bir sağlık iletişimi, hastalığı değil, hastayı merkeze alır.
Ve bazen iyileşmek, yalnızca bedenle değil, kalple de başlar.
OKUMAK NEDEN ÖNEMLİ?
İyi bir iletişimci olmanın ikinci gizli gücü okumaktır.
Okumak, sadece bilgi edinmek değil; düşünmeyi öğrenmektir.
Fikir üretmeyi, kendini ifade etmeyi, sözcüklerle dünyalar kurmayı öğrenmektir.
Bir cümle kurarken doğru kelimeyi bulamamak bazen bir iletişimi başlatamamak, bazen de yanlış bir anlamla sonlandırmak demektir.
Oysa kelime dağarcığımız genişledikçe, duygularımıza ve düşüncelerimize de alan açılır.
Okumak aynı zamanda bir tür içsel yolculuktur. Kendi zihnimizin nasıl çalıştığını keşfetmemize yardımcı olur.
Düşünceyi şekillendirmek, söze dökmek, sadeleştirmek için kelimeler gerekir.
Yıllar öncesinden ünlü bir sözü hatırlıyorum. Diyordu ki:
“Sana daha kısa bir mektup yazmak isterdim ama o kadar çok vaktim yoktu.”
Aslında maharet —gazetecilikte de— kısa yazmaktır. Kısa yazarak çoğu şeyi anlatabilmektir.
Bu da daha çok emek, daha çok zahmet gerektirir.
Daha çok kelime dağarcığına sahip olmayı ve bu dağarcığı kullanabilmeyi gerektirir.
Kısacası hepsi, okuma pratiğinin bize kazandırdığı becerilerdir.
Hiç okuyanla okumayan bir olur mu?
BAŞKA BİR ZENGİNLİK…
Kelime dağarcığımız ne kadar zenginse, aslında kendimizi o kadar zengin bir şekilde ifade edebilir ve karşımızdakini aynı derinlikte anlamlandırabiliriz.
Eminim sizin de benzer bir anınız vardır:
Küçük bir çocuk için pembe, nar çiçeği, eflatun, turuncu, bayrak kırmızısı ve daha birçok kırmızı tonunun tek bir adı vardır: “Kırmızı”.
Örneğin krem, bej, açık kahverengi gibi renkler arasındaki farkı kaç kişi bilir ya da kaç kişi bilmez?
Ne kadar rengin adını biliriz?
Ya da hâlâ adını koyamadığımız kaç renk var?
“ANLIYORUM AMA…”
Bir araştırmaya göre, yabancı dil bilen bazı kişiler “Seni anlıyorum ama yanıt veremiyorum” diyormuş.
İncelemeler, bu kişilerin aslında kendi dillerinde de ne söylemek istediklerini tam olarak bilmediklerini ortaya koymuş.
Bu çok önemli bir ipucu veriyor bize:
Sorun sadece dil, kelime ya da dil bilgisi bilmemek değil.
Düşünceyi zihinde toparlayamamak, duyguyu kelimelere ve cümleye dönüştürememek.
Yani iletişimde esas mesele, teknik değil; düşünsel hazırlık.
Onun da yolu okumaktan, öğrenmekten, dinlemekten, anlamaktan, çaba göstermekten, uğraş vermekten geçiyor.
PEKİ YA BİZ?
Hepimiz zaman zaman “Beni kimse anlamıyor” hissine kapılırız.
Belki de önce biz anlamaya çalışmalıyız. Karşımızdakini… Kendimizi… Hayatı…
İyi bir iletişimci olmak bir meslek tanımı değil sadece.
Aynı zamanda iyi bir eş, iyi bir arkadaş, iyi bir çalışan, iyi bir insan olmanın da yolu.
Bu yazının başında size iki küçük sırdan bahsetmiştim. Hatırladınız mı?
Biri dinlemekti. Kalpten kalbe kurulan o köprüyü inşa edebilmek…
Diğeri okumaktı. Kendimizi tanımak, kelimelerle dünyalar kurmak, düşüncemizi dile dökebilmek…
İşte bu iki basit ama güçlü beceriyle; hem anlaşılma yolculuğumuzu kolaylaştırabilir hem de başkalarının dünyasına daha saygılı bir adım atabiliriz.
Bugün biraz daha dikkatle dinleyelim karşımızdakini.
Kendimiz için, zihnimiz için, anlamak için birkaç sayfa da olsa okuyalım.
Ve günün sonunda şu soruyu kendimize soralım:
Bugün hangi kelimeyle dokundum?
Hangi cümlede anladım?
Hangi sessizlikte dinledim?
Çünkü anlamak, her şeyin başlangıcı…
Ve iyi bir iletişimci olmanın sırrı, aslında çoktan elimizde.