Tıp Fakültesi dekanı olmak neredeyse 7/24 fakülteyi düşünmekle eş anlamlı hâle geliyor. Bunun bir sakıncası yok. Çünkü bu görevler gönüllülük gerektirir ve elbette adanmışlık da kaçınılmaz olarak bunun bir sonucudur. Türkiye’de üniversitelerin birçok sorunu olduğunu herkes biliyor. Aslında eğitim sistemimiz başlı başına bir sorun.
Eğitim, devletlerin politikalarını en iyi ortaya koydukları ve toplum mimarlığı yaptıkları alan. Bir Rus yakınım, çocukken komünist partiye nasıl gönül verdiklerini ve kendilerini küçük bir partizan ilan ettiklerini anlatmıştı. Toplumu dizayn etmek ana sınıfında bile başlayabilir pekâlâ.
Demokrasiye kayıtsız şartsız gönül vermiş biri olarak, renk ve çeşitliliğin en güzel olduğuna inanırım. Eğer toplum mimarlığı yapılırsa bunun sonucunda tek tipleştirilmiş, sığ düşünen ve belki de seçmek için şıkları soran nesillerle karşı karşıya kalabiliriz. Hayata katılmanın ve var olabilmenin yegâne yolu düşünmektir. Düşünemeyen kişi var olduğunun nasıl bilincinde olabilir? Soru sormayan, sorgulamayan ve merak etmeyen bir toplumun geleceği olabilir mi? Batılı ve Oryantalist düşünce her ne kadar özdeş olmasa da düşünmek her ikisinde de asıl mesele değil midir?
Evde başlayan ve üniversiteyi de içine alan eğitim sürecinin ülkemizde pek de başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Hâlâ bilgiyi tekrar eden ve bilgi üretmekte sorunu olan bir yüksek öğretim sisteminin içindeyiz. Bir yasak mı var düşünceyi ifadeye? Olduğu kanısında değilim. Varsa da mücadele etmek lazım her türlü yasakla.
Okullaşmanın amaçlarından biri meslek edinmek ise belki de daha önemlisi evrensel ölçülerde eğitilmektir. Üniversiteleri düşünce üreten ve yenilikçi alanlar olarak tanımlarsak biz neresindeyiz? Üniversitelerimizin kaçı öğrencilerine bakış açısı sunmakta ve sorgulamaya zorlamaktadır? Öğrenci bunun için hazır mıdır? Öğrencilerimizin talepleri genellikle temel ihtiyaçlarla sınırlı kalmaktadır. Bu neresinden bakarsak bakalım üzücüdür. Üniversitelerin fiziki altyapıları yazık ki çok problemlidir. Artan kontenjanlarla sınıftan dışarı taşan, oturacak yer bulamayan genç insanlar… Binbir heyecanla üniversiteye başlayan ve büyük hayal kırıklıkları yaşayan evlatlarımız… Eski, bakımsız binalar… Yetersiz yemekler ve yurt sorunları… Yazık ki böyle bir atmosferde başlıyor gençler üniversite hayatına.
Bu durumda Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre eh ne yapsın çocuklar, diyor insan. Sonra düşünmeye başlıyorum; bizim gençliğimiz harikaydı demek istemiyorum ama sanki ilgi alanlarımız daha farklıydı. Belki de yapacak fazlaca aktivitemiz olmadığı için bugünün gençlerinden daha mı fazla okurduk? Bunu söylüyorum, sonra yine düşünüyorum. Biz harikaydık, çok okurduk çok da düşünürdük de bugün bu ülke neden hâlâ olması gereken yerde ve durumda değil? Bunun tüm suçunu ötekilere yükleyemeyiz.
Eğitim sistemimizde sürekli bir devinim var. Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum. Değişim, eğer gelişme varsa muhteşem bir durum. Nicelik olarak üniversite mezunu ve üniversitede okuyan öğrenci sayısı artıyor. Acaba nitelikte bir artış var mı? Eğer üniversite mezunu olmak, bir bakış açısı ve eleştirel bir düşünceye sahip olma yolunda bir adımsa yararlıdır denilebilir.
Diğer en önemli sorun, üniversiteli gençlerin eğiticileri. Değişen dünyada her şeyin liyakat olduğuna şüphe yok. Eğer sadakat liyakatin yerini alırsa hep birlikte kaybederiz. Aynı ülke içinde Boğaziçi Üniversitesinin, ODTÜ’nün başardığını neden diğerleri başaramıyor ya da o kadar başaramıyor? Hâlâ yabancı dilde literatür okuma sorunu olan, bilimsel altyapısı yetersiz, kendini ifade etme sorunu yaşayan ama sadece ana bilim dalı başkanı, dekan veya rektör yandaşı olduğu için kadroya atananlar varsa? Atamalar “bizden olsun çamurdan olsun” zihniyeti ile yapılıyorsa bu iş olmaz. Beğenmediğimiz ideolojiyi, etnisiteyi, mezhebi ve hatta cinsiyeti yetkin bile olsa dışlayarak, tu kaka ilan ederek, önünü keserek bir yere varamayız. Elbette tersinden söylersek de doğru söylemiş oluruz. İdeolojiler değişir. Bugün baskın olan, bakarsınız yarın marjinal veya demode olur. Bu, bilimsel temellerde gitmek isteyen bir ülke aklı olamaz. Sorun yine başa dönerek, “Üniversitede kim akademisyen olmalıdır?” sorusuna, yani “Akademisyeni nasıl seçmeliyiz?” sorusuna yöneliyor. Bunu bir başka yazıya bırakalım.
Ancak, mevcut akademisyenlerin mutsuz ve isteksiz hâllerine çare bulmak gerek. Nasıl daha nitelikli gençleri üniversiteye çekebiliriz sorusu hepimizin ortak derdi olmalı. Daha iyi çalışma ortamları, yeterli ücretler ve adil yükseltilme koşulları nitelik artışına katkıda bulunabilir.
Unutmadan, “Adalet Mülkün temelidir.” Bilirsiniz, Mülk de devletin ta kendisidir.
Saygılarımla…