İnsanı anlamak, tanımlamak ve onu belli kurallar çerçevesinde etkileşime konu kılmak insanın kendisine özgü kabiliyetlerinin inkişafını ortaya çıkarmaya matuf çabalardır. Dinî ve beşerî tüm etkinlikler bu inkişafın niteliğini artırmaya yöneliktir. İnsana ilişkin düşünüş, davranış, kavrayış, inanış, eyleyiş belirli disiplinlerce sahiplenilmiş ve ortaya ihtisaslaşma gibi hususî nitelikli özel alan çalışmaları çıkmıştır.
İlahî dinlerin en sonuncusu olarak İslam, kendisinden önceki müktesebatı câmî olarak insanlığın idrakine gönderilmiştir. En son ve en genç din olarak Mekkeli bir yetimin şahsında çölün ortasında zuhur eden İslam; insanı kâmil kılmak, onu maddî ve manevî yönden üstün meziyetlerle buluşturmak için hem metin eksenli hem de metnin yorumunu yapan Hz. Peygamber aracılığı ile muhatap almıştır. Bu dönemde insan, amel yoğunluğu belirgin olmak üzere ilmen de inşa edilmeye başlanmıştır. Hicrî ikinci asır itibarıyla amelden ilime doğru kayan insan ve insan hayatına ilişkin çabalar “ilim” başlığı altında ele alınma süreciyle yeni bir döneme geçmiştir. Artık “insan” inanç boyutuyla kelamın, zahirî davranışları düzenleme yoluyla fıkhın, batinî davranışları tanzim etme yönüyle tasavvufun, eylemlerin iradî ve bilinçli düzeyde sergilenmesi açısından ahlakın, düşüncenin sahih bir şekilde ortaya konulması yönüyle mantık vb. çalışma alanlarına girdiği dönemlere gelinmiştir. Böylece gelinen yeni dönemde “ilim” üst başlığı altında hadis, tefsir, fıkıh, kelam, mantık ve felsefe gibi müstakil ilim dalları İslamî ilimler bağlamında zuhur etmiştir.
Geleneksel İlimler Gelen-ek’li İlimlerdir
İlim üst başlığı altından istiklaline kavuşan İslamî ilimler, kurumsal sürecini tamamladıktan sonra kurucu akılların ortaya koydukları önermeler üzerinde hummalı bir çabaya girmiş ve yeni gelen-ekler zuhur etmiştir: Hanefî gelen-ek, Mâlikî gelen-ek, Şâfiî gelen-ek, Hanbelî gelen-ek, Zahirî gelen-ek, Şiî gelen-ek… Kurumsal sahipleniş aynı zamanda kuramsal sahiplenişe geçmiş ve yorumun kendisinde barındırdığı öznellik; zaman, mekan ve şartların belirleyiciliğini dikkate alarak aynı okul içerisinde farklı okullaşmaları da ortaya çıkarmıştır. Gelinen yeni süreçte zaman, mekân ve şartların gerektirdiği görüş ayrılıkları (ihtilâfü asr, zaman, mekân ve şart) diye tanımlanacak bu oğul verme süreci yeni gelenekleri oluşturmuştur. Artık Hanefî gelenek üzerinden söylemek gerekirse Buhara gelen-ek’i, Semerkant gelen-ek’i, Bağdat gelen-ek’i, Mısır gelen-ek’i ve nihayette İstanbul gelen-ek’i söz konusu edilmeye başlanacaktır. Temelleri kurucu imamlar tarafından atılan mezhep evinin zamanla duvarları yükselmiş, akabinde ince işçiliğine kavuşmuş, etik temaslara ve estetik dokunuşlara mazhar olmuştur. Usta sanatçıları arasında hangi malzemenin ne şekilde ve nasıl kullanılacağına dair mezhep ailesi içerisinde ihtilaflar belirmiş, mevzu ve mesaili üzerinde farklı itibarlar dikkate alınarak bu bina dünden bu güne modern zamanların Müslümanının idrakine taşınmıştır. Bu durumda yeni yorum ancak kendi geleneği üzerinden sağlam zeminde yol alabilecektir.
Geleneğin Ontolojisi
Fikrî, sosyal ve siyasî geleneklerin oluşum süreçleri; kurucu şahıs, kurucu fikir, kurucu zaman ve kurucu mekân gibi belirleyici fenomenler üzerinden tahakkuk etmekte ve böylece ontolojik zeminini bulmaktadır. Tekevvün eden bu ontolojik zemin doğal olarak kendi metodolojisi ve epistemik değerini kaçınılmaz olarak bulacaktır. Bu anlamda herhangi bir gelenek kavramında a-toplumsallık b-uzlaşma (örf/maruf, gelenek anlamının yanında semantik olarak üzerinde uzlaşılan toplumun ortak bilinci ve akl-ı selimin kabul ettiği şey anlamındadır) c-tekrar (itiyat ve adet kavramında tekrar edilme anlamı bilinci d-kıdem (üzerinden uzun zaman geçme) e-aktarım f-ortak inanç g-yaptırım bilinci ve unsurlar bulunmalıdır. (Türcan, “Geleneğin Genel Teorisi Üzerine Bir Deneme”. SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi 13 (Şubat 2004),2004, 4-8)
Geleneksel Din Anlayışı ve Değişim
Geleneksel din anlayışı vurgusu zımnen içerisinde dogmatizm ve değişime kapalılık imasını barındırmaktadır. Mevzu, geleneksel din anlayışı vurgusundaki “geleneksel din anlayışı” ile İslam’a ait bir geleneğin üretmiş olduğu din anlayışı olduğuna göre İslamî din anlayışının yaslandığı zemine kapı aralamak gerekmektedir. İslâm orjinli geleneksel din anlayışını mutlak dogmatizmle eşitlemek hakikatte bu gerçeği yansıtmamakta, çünkü din de ütopya da hayata girdiklerinde deforme olurlar, saf ve tutarlı bir şekilde ancak kitaplarda kalırlar. Tatbikatta ise din natüralize olur ve bünyesine insânî olan şeyleri katar (İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, 274). Bu demektir ki din, insan ve toplumla ilişki kurduğunda toplumda devam edegelen bir gelenekle karşılaşacak ve bu gelenek zamanla değişime uğrayarak teceddüt edecektir. Dolayısıyla din temel sabitelerini bozmadan bu teceddüde ayak uyduracak, böylece din ve yaşanan hayat kendi doğal diyalektiğinde amaçlanan değişimini sağlayacaktır. Hayat fiili bir durumdur. Her fiili durum teceddüde ve yenilenmeye açıktır. Klasik ilimlerde isimler sübuta/sebat; fiiller ise değişim, tagayyür ve teceddüde işaret etmektedir. Neticede din hayatın içinde bilfiil haline kavuştuğunda yumuşak bir geçişle değişimini tamamlayacaktır.
İslamî İlimler Birbiri ile Diyalektiğe Giren Gelen-Ek’lerdir
Merkezî bir nesne, şahıs veya olay kaynaklı bilginin oluşması sonrasında bilginin kendi mihverini bulması ve bu mihver etrafında gelişmesi, şubelenmesi ve alt başlıklarını oluşturması için güçlü bir geçmişe sahip olması ve dolayısıyla geleneğini bulması şarttır. Bu gelenekleşme aynı zamanda sistematik olma gibi güçlü bir teorik arka plan imkânını özünde taşımaktadır.
İslamî ilimler hicrî 2. yüzyılda başlayan kariyerinde tanım, kavram, konu ve meselelerini oluştururken hem kendi iç imkanlarını hem de hariçten gelen katkıları dikkate alarak kendisini aktüalite etmeye çalışmıştır. Bir taraftan sünnî gelenekle başlayan ana akım düşünce, diğer taraftan bu ana akım sünnî düşünceye reaksiyoner ve tepkisel tavır takınarak yeni gelen-ek’ler oluşturan karşıt düşüncelerle Müslüman toplumlar kendilerini ifade etmişlerdir. İdeolojik gerekçelendirmeleri farklı farklı olsa da Müslüman toplumlar Mutezilî gelen-ek, ehli rey gelen-ek, ehl-i hadis gelenek, Şiî gelen-ek ve Haricî gelen-ek’lerle birlikte kendi aktüel değerlerini üretebilmiştir.
Her Taklit Sevimsiz midir?
Toplumda yer etmiş olan herhangi bir düşünce, din ve gelenek gibi kurumları anlama ve anlamlandırmaya konu edebilmek için onun tarihsel seyri ve kronolojisine bakmak doğal bir yaklaşım tarzıdır. Çıktığı zemin ve geldiği aktüel durumuna kadar geçirmiş olduğu süreçlerin niteliği ve bu niteliğin gelecek nesillere intikalini temin etmek için adına takip, taklit ve gelenek denilsin fark etmez devamlığı esas kılmak gerekir.
Delil ve kaynağa yaslanmadan bir konunun takipçisi olmak bağlamında tanımlanan taklit en azından ilk dönem önde gelen imamlar tarafından yerilmiş ve alanında yetkinlik sahibi insanlar; çaba, gayret ve kendi kabiliyetlerinin izharı için çalışmaya davet edilmiştir. Ne ki İslamî ilimler geleneği kurucu imamlar özelinde kurumsal ekollere dönüşünce mesafe konulan taklid konusu en azından fıkıh ilmî bağlamında yeni bir evreye intikal etmiştir.
Hicrî ikinci asır itibarıyla birinci tedvin dönemi de denilebilecek Hz. Peygamber ve sahabeden gelen ilmî birikim kayıtlara geçirilmiştir. Tedvinini tamamlayan bu ilmî müktesebat kurucu imamlar ve onların okulları tarafından işlemden geçirildikten sonra hicrî üçüncü ve dördüncü asır itibarıyla ikinci tedvin dönemi diyebileceğimiz kurucu imamların ilgili birikim üzerindeki yorum ve gerekçelendirmeleri, üretmiş oldukları asılları ve usulleri, kurucu ilkeleri ve küllî kuralları toplanmıştır. Böylece tedvin edilen bu mezhebî asıllar, hicrî beşinci asır itibarıyla kurulumunu tamamlayan mezheplerin meşâyıh diye isimlendirilen hukukçularının hummalı çalışmasına konu olmuştur.
Artık bu dönemden sonra mezhep ve ekol olgusu sadece kurucu imamın görüşleri ve onun etrafındaki talebelerinin yorumları olma sürecini aşmış, kurucu imama kurumsal ve kuramsal bağlılık anlamını elde etmiştir (Wael B. Hallaq, İslam Hukukuna Giriş, 2018, 57-59). Gelinen bu süreç mezhep sistematiği içerisinde taklid dönemleri olarak anılmıştır. Ne ki bu tür taklid yerilecek bir duruşun değil bilakis kurumsal ve kurumsal bağlılığın istidlal, talil ve gerekçelendirmesinin yapıldığı, hesabı verilmiş düşüncelerin ortaya konulduğu takdir edilecek hummalı bir çalışmanın adı olarak anılacaktır.
Teorya ve Taklid
Mihver bir kavram ve mihver bir ilke üzerinden yol alarak kendi mecrasını bulan düşünce, teorik temeline kavuşmuş demek olup donukluğa değil kemale işaret etmektedir. Belli bir teorya ve sistem üzerinden bir düşüncenin takipçisi olmak taklitçilik demek değildir. Dolayısıyla her taklid mezmum taklid olmamalıdır.
Ayrıca taklidin yanında veya karşısında olmaya ilişkin olarak mevzilendiğimiz konumlar hakikati aramaya matuf ise duruşlarımız zihinsel bir çabaya işaret edecektir.
Eski hal ile yeni hal arasındaki ilişkiyi birbirinin rakibi ve mevzisi olarak görmek yerine bunları birbirinin mevzusu ve bütünleştirici bir unsuru olarak görmek ne eski halin mutlak izmihlal ne de yeni halin çıplak kurtuluş muştusu olmadığının farkına varmak demektir. Aslolon sabit olan ile değişken olan arasındaki ilişkiyi düzgün kurabilmektir.
Tecdid-Taklid Arasında
Son iki yüzyıllık tarihimiz taklid ve tecdid kavramları bağlamında olumlamadan daha çok olumsuzlama, ittisalden daha öte infisal ve birbirini dışlama üzerinden bir hesaplaşmaya şahit olmuştur. Taklidin atılıp tecdidin kıble edinilmesi önerilmiş, mezhep yerine Kur’an ve sünnete dönüş çağrıları mütemadiyen tekrar edile gelmiştir. Bu anlamda tecdid hareketlerinin dilini ve iddialarını tevarüs eden modern İslâm düşüncesi, bu dönemde İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumun sebebini İslâm medeniyetinin tarihinde aramış ve taklidi bu medeniyetin gelişim çizgisini engelleyen temel unsur olarak belirlemiş ve İslâm dünyasının gerilemesi ve kültürel durgunluğun sorumlusu olarak taklidi göstermiştir. Nitekim modern İslâm düşüncesine ait pek çok metinde bu kavram tefekkür, orijinalite, yenileşme, yaratıcılık gibi kavramların karşıtı; gelenek, otorite, durgunluk ve taassup gibi kavramların ise eş anlamlısı yahut yakın anlamlısı olarak kullanılmıştır (Kaya, Eyyüp Said. “Taklid”, 2010, DİA, 39/461-465). Ne var ki Kuran’a dönüş çağrıları, geleneğin bile isteye göz ardı edilmesine ve geleneğe yabancılaşmayı getirmiştir. Oysa esasen yapılması gereken şey gelenek içerisinde ekollerin işlevini iyi tahlil etmek, geleneğin Hz. Peygamber tarafından sunulan sahih anlamı sosyal, siyasal şartları dikkate alarak yorumlama faaliyetini dikkate alıp bu sahih anlamı günün şartlarına göre yeniden yorumlamaktır. Aksi durumda fıkıh çocukların oyun hamuruna dönecektir. (Apaydın, Din ve Fıkıh Yazıları, 2018, 31, 33)
Sonuç
Gelenek ile güncel olan arasına giren siyasal ve ideolojik kimliklerin belirleyiciliğini paranteze alarak geleneksel dinî ilimleri ve din anlayışlarını kendi dinamizmi ve doğasında bırakmalıyız. Geleneğin, gelen-ek olması için çaba sarf edilmeli, ikisi arasındaki kategorik bir ayrışmaya değil bütünlüğe vurgu yapılmalı, irrasyonelliğe değil rasyonel zeminlerinin bulunduğuna dikkat çekilmeli, birbirinin karşıtlığına değil birbiriyle karşılaşmalarına atıf yapılmalı, birisinin diğerinin aktüel değeri olduğuna işaret edilmelidir.
Netice olarak gelenek iftihar edilecek bir müze olmaktan çıkarılmalı, geleceğe ışık tutacak izlek hüviyetine dönüştürülmelidir.