Cerrahinin ana simgesi bıçak yani bistüri (neşter) dir. Tıpta cerrahi bir dalda ihtisas eğitiminin sonunda girilen sınavda başarılı olan yeni uzmana meslektaşları “bıçağın keskin olsun” dileğinde bulunur. Bu cerrahın bundan sonra gireceği ameliyatlarında başarılı olması temennisidir, yoksa espri anlamında söylersek düğünde pasta kesme öncesi garsonun “bıçak kesmiyor abi, -lafın gelişi- at bir yüzlük de kessin” demek değildir.
Bu yazımda 37 yıllık hekim ve 31 yıllık cerrah (göğüs cerrahisi uzmanı, profesörü) olarak bilgim ve birikimim oranında bu konuya ‘neşter vurmak’ istiyorum.
Konuya girmeden önce internette Google arama motoruna ‘bıçak parası’ yazdığımda karşıma kayda değer iki şey çıktı. Biri doktor olmayan bir yazarın on öyküsünü içeren kitabının içindeki öykülerden biri olan ve kitaba ismini veren bir öykü. Kitap tanıtımı ve değerlendirmesi yapılan bir yerde, bu öykü ile ilgili “bir evladın (kadının) babasını ameliyat ettirebilmek için o malum bıçak parasını bulmaya çalışırken yaşadıklarını anlatıyor” diye not düşülmüş. (1) Diğer yazıda ise cerrahi branşta olmayan bir akademisyen, konuyu kısaca işleyip bu uygulamaya karşı olduğunu belirtmiş ve fakat diyerek de kafasını kurcalayan, rahatsız eden hususları dile getirmiş. Konuyu işlememiş de sanki bir girizgâh yapıp dillendirmiş o kadar. (2)
Bıçak ile para arasındaki ilişkiye gelirsek, halkın ‘bıçak parası’ diye adlandırdığı şey aslında kamu (devlet, üniversite) hastanelerinde ameliyat olması planlanan hastadan/hasta yakınından türlü bahanelerle cerrahın istediği ilave, ekstra, hariçten paradır, avantadır, görevini kötüye kullanmak, rüşvet, tabiri caizse nitelikli dolandırıcılıktır. Cerrah görev yaptığı kurumdan maaş, döner sermaye ve özlük haklarını zaten almaktadır. Fakat bir kısım cerrahın bununla yetinmeyip hakkını alamadığını düşünüp daha fazla ücreti (el emeği!) hak ettiğine inandığı için hakkını yasal, meşru yollardan aramak yerine kendisine başvurmuş hasta/hasta yakınının bilgisizliğinden, çaresizliğinden, bir umuda tutunma arzusundan faydalanarak haksız kazanç elde etmek, maddi menfaat temin etmek için aldığı paradır, istismardır, irtikaptır (kötü iş yapma, kötülük yapma, yiyicilik, yalan söyleme, hile yapmadır).
Özel hastanelerdeki bıçak parası ise adeta serbest pazarlığa dayanan, ne alabilirsem/koparabilirsem kardır anlayışı ile limiti bile olmayan, rutin, kanıksanmış, yasal kılıfa büründürülmüş bir uygulamadır. Birkaç yıl önce yıllarca sağlık bakanlığı müsteşarı olarak görev yapmış bir meslektaşıma sağlıktaki bazı olumsuzluklardan yakındığımda “yapmamız gerekirken yap-a-madığımız şeylerden biri de özel hastanelerde ameliyatlar için talep edilen ücretlere bir tavan getirmeyişimiz” demişti. Zira ameliyat ve girişimsel işlemler için doktorların istedikleri paralar bazen dudak uçuklatacak kadar astronomik olabilmektedir. Ve işin ilginç tarafı bu işlerin büyük kısmının kayıt dışı oluşudur. Devlet ve üniversite hastanelerinde çalışan cerrahların önemli bir kısmı özel hastanelerde ameliyata girmekte, kazara bir şikâyet ya da ihbar olup soruşturma yapılırsa da o hastanede görevli hekimin ricası ve yardım isteği üzerine gittiklerini belirtme gibi savunmaları cepte hazırdır.
Bir zaman önce İstanbul’un çevresindeki üniversitelerin birinde görev yapan bir göğüs cerrahisi uzmanı, hastaneye başvuran bir hastaya (hemen her hastaya diye de okuyabilirsiniz) “akciğer nodülü için cerrahi gerektiğini, üniversite hastanesinde ameliyat yapmadığını, eğer kendisinin yapmasını arzu ederse ancak dışarda yapabileceğini” belirtip “filan özel hastanede olursa şu kadar, falan özel hastanede yaparsam bu kadar para alırım” diye söylemiş. Affınıza sığınarak bu durumun müşteri ile pazarlık yapıp dört yıldızlı ya da beş yıldızlı otelde mi iş tutacaklarını konuşan malum kadınları hatırlattığını da zikretmiş olayım. Buradaki doktorun/doktorların yaptığının, geçimini sağlamak için bedenini (etini) satan bu zavallı düşmüş/düşürülmüş kadınların yaptığından daha vahim, fahiş (fuhuş yani aşırı, bu kelimenin yalnız cinsel anlamda fuhuş ve kadınlarla ilişkilendirilmesi bir yere kadar doğru fakat eksik bir tanımlamadır, fuhuş her türlü aşırılığı, gayrimeşruluğu ifade eder ve cinsiyet farkı yoktur, erkekleri de kapsar) onursuzca ve ahlaksızca olduğunu da ekleyeyim. Hasta istenilen parayı fazla bulunca kalkıp İstanbul’a MHRS sisteminden randevu alarak bana gelmiş. Ben durumu öyle öğrendim, işin daha da ilginç olanı da hastada cerrahi endikasyon bile yoktu, takip yeterli oldu. İlgili cerraha ait başka ali cengiz hikâyeleri de duydum, elinden bir kaçan bir de uçan kurtuluyormuş, hatta bu kaçan hastalardan birkaçını ameliyat da ettim. MHRS randevusu deyince antrparentez bir hususa da değinmeden geçemeyeceğim. Uzman, doçent ya da profesör doktora MHRS randevusu aldım diye düşünen ve sevinen hastalara çoğunlukla asistanların baktığını ve çoğu zaman esas bakması gerekenlerin haberi bile olmadığını belirteyim. Bazı hastaların bundan haberi bile olmayabiliyor, fark eden olursa da hocamıza danıştık diye bir bahane uyduruveriyorlar.
Yıllar önce klinik sorumlusu iken katıldığım bir kongre sırasında mesai arkadaşımız olan iki uzmana dair çeşitli özel hastanelerde ameliyatlara girip para aldıkları rivayet edildi. Ben de kongre dönüşü ikisini de ayrı ayrı odama çağırıp konuştum, aslı astarı var mıdır diye sorguladım, ikisini de uyardım. Biri kabul etti, tezelden vaz geçeceğim dedi, özür diledi ama sonradan yine yapmaya devam etti, hiç vaz geçmedi. Ben de onu başka bir hastanede iken bir hastaya verdiği özel hastane ameliyat kâğıdını kanıt olarak gösterip sağlık müdürlüğüne şikâyet ettim, değişen fazla bir şey olmadı, en sonunda özel bir hastaneye geçti de yasal! bir şekilde yoluna devam etti. Diğeri ise önce inkâr etti, levendane bir tutum sergilemedi, ısrar edince de birkaç kez ameliyata çağırdıklarını ve yardıma gittiğini söyledi. O da devam etti, sonunda o da özele geçti. Süreyyapaşa’ya ilk geldiğim yıllarda şef ve şef muavinlerinin oturduğu yerdeki odalar karşılıklı olduğu için kazara kapı açık kalmışsa hasta ile yapılan bıçak parası pazarlıklarını duymuşluğum bile vardır. Özellikle eski SSK hastanelerinin bu yönüyle meşhur olduğunu bilenler bilir. Ben bile gençliğimde babam işçi olduğu için mecburen SSK hastanesine gitmek durumunda idim ve ameliyat olmam gerektiği zaman rahmetli babamla ilgili cerrahın muayenehanesine gitmek zorunda kalmıştık.
Demin bahsettiğim iki meslektaşın durumunu zamanın başhekimine ilettiğimde elde kesin bir kanıt olmadığı için bir şey yapamayacağını belirtince, ben de “pekiyi Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) mensubu olarak ben de mesai saati dışında (ki mesai saatinde bile gidip özel hastanede hasta uyutan anestezi uzmanlarımız bile vardı) özel hastanede hasta bakıp ameliyata gitsem ne dersiniz” deyince de ‘hele bir yapın, kulağıma gelsin, derhal araştırır, tutanak tutar, sizi üniversiteden attırmak için elimden geleni yaparım’ diye cevap vermişti. Aynı başhekim klinikteki bir bayan meslektaşıma yapılan mobbing ve haksızlıklara karşı çıktığımda ve kliniktekilerle yaşanılan çeşitli olaylar sonucu aram açılınca hepsini toplayıp zamanın genel sekreterliğine giderek ve zamanın SBÜ dekanı ile konuşarak klinik sorumluluğundan alınmamı sağlamıştı. (3) Ne yapalım talihim kara imiş ve kurtlukta düşeni yemek kanunmuş. O günden beri de gerek Süreyyapaşa’da gerekse de SBÜ’nde başıma gelmedik kalmadı. Varsın olsun, canım sağ olsun, “geçme namert köprüsünden bırak alsın sel seni / yatma tilki gölgesinde bırak yesin aslan seni.’ deyip geçtim.
Yaklaşık sekiz yıldır kadrosundayım fakat hâlâ SBÜ’nin bir üniversite mi yoksa eğitim araştırma hastanelerini bünyesinde toplayan bir devlet hastane toplamı mı olup olmadığını bir türlü anlayamadım. Devekuşu misali hani devekuşuna sormuşlar ya ‘deve isen yürü demişler ben kuşum demiş, uç demişler ben deveyim demiş’. SBÜ şayet bir üniversite ise diğer üniversitelerde olduğu gibi özel muayene ve özel ameliyat imkânı olması gerekirdi, full time ya da part time çalışma seçeneği olup mesai saati dışında özel hastanelerde muayene ve ameliyat olanağı olması gerekirdi. Bırakın bunları SBÜ bir üniversiteyiz demesine rağmen diğer üniversitelerdeki yönetmelik ve teamüller bile uygulanmadığı gibi (anabilim dalı başkanlığı, klinik sorumluluğu seçimlerinde olduğu gibi) anabilim dalı tarafından toplantı bile yapılmayıp keyfi olarak staj dersi vermeme bile engel olundu. “Atma Recep, meslektaşız, ben de bu üniversitede öğretim üyesiyim, sen düz uzman iken ben doçent, şef ve kıdemli eğitici idim” deme fırsatım bile olmadı (4,5) Üstelik bir de her yıl imzalamak zorunda kaldığımız ‘hizmet sözleşmesi’ ile görevlendirildiğimiz! hastane idaresinin insafına bırakılmış vaziyetteyiz. SBÜ’ne bağlı bir sağlık uygulama ve araştırma merkezinde görevlendirilmiş! hekimler, eğitim görevlileri, profesörler olarak iki arada bir derede yani araftayız, ne pozisyonda olduğumuzu biz bile bilmiyoruz. Öyle çaresiz ve sahipsiz durumdayız ki, derdimizi, sorunlarımızı anlatabileceğimiz bir merci bile yok. Hadi ben öyle veya böyle yolun sonuna doğru geldim, ben esas geriden gelenlere üzülüyorum, muhtemelen onların çoğu da ya özel geçecek ya bu durumu sineye çekip kahredecek ya da bu yazının konusu olan durumlarla karşı karşıya kalacaklar.
SBÜ hariç klasik üniversiteler öteden beri bıçak parası konusunda hep ayrıcalıklı olmuştur. Zira üniversite içinde özel muayene ve ameliyat imkanları olduğu gibi üniversite dışında muayenehanelerde ve özel hastanelerde de hastadan ekstra para alma (yolma, söğüşleme diye düşünmeyin lütfen) olanağı vardır. Yargı içtihatlarından birine göre 2014 öncesi muayenehane açma izni verilenlere dokunul-a-mazken (kazanılmış hak imiş) o tarihten sonrakilere bu yol kapatılmış. Sağlık Bakanlığına ve üniversitelere bağlı hastanelerde çeşit çeşit yönetmelik ve uygulamalar tam bir keşmekeş ve adaletsizlik yaratıyor. Herkesi kapsayan, bir standart filan yok. Demin SBÜ konusuna değinmiştim. Üniversitelerde full time & part time uygulamaları, ameliyatları dışarda özel hastanelerde yapıp ama aynı zamanda akademik kadroda bulunup sadece ders vermeler, vakıf adı altında hastane kurup muayene ve ameliyatları orda yapmalar, özel hastanelerin üniversite öğretim üyeleri için üniversite ile anlaşma yapması bir yana son duyduğum bir şey beni resmen şok etti. İsmi lazım değil bazı üniversitelerde öğretim üyeleri herhangi bir işte çalışmayan aile ya da akrabaları adına ticaret bakanlığına başvurup şirket kurdurup sonra da o şirketin bürosunda sağlık danışmanlığı altında bir nevi özel muayene yapıp fatura kesiyorlarmış (Allah’tan burada kayıtlı kuyutlu bir iş var, kayıt dışı şeyler de var mı ben bilmem Allah bilir). Bir zamanlar muayenehane açıp gizli, çirkin işlerini buradan yöneten doktorları -ki temiz, dürüst olanları tenzih ederim- kastederek Azeri ağzıyla “kârhanen hayırlı olsun” derken uyarmak ve dikkat çekmek için a’yı e’ye benzeterek kerih (kötü, çirkin) iş yapmaması, kârhaneyi kerhaneye çevirmemesi konusunda şakayla karışık uyarır idik. Neden Rahman’ın kulları böyle alengirli, dolambaçlı işlere tevessül ederler havsalam almıyor. Herhalde böylece üniversitenin özel muayene ve ameliyattan yaptığı kesintiyi önlüyorlar, hem de özel hastanelerin üniversite ile yaptığı sözleşmeden de sıyrılabiliyorlar. Meşhur deyişle “anladıysam arap olayım (araplardan özür dileyerek)” diyecem ama ben öz be öz Türk’üm. Türküm dedim de “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diyecem de diyemiyorum, bütün bu olan bitenleri duyunca çok utanıyorum, kahroluyorum, onlar adına üzülüyorum. Ama asıl utanması gerekenlerin de hekimlik gibi kadim bir mesleği (kutsal demiyorum zira hakkıyla ve dürüstçe yapılan her iş, her meslek kutsaldır) bu hallere düşürenler olduğu kanaatindeyim. (6)
Aslında doktor para/çıkar ilişkisini üç buçuk yıl önce kısmen de olsa ““Bir tıp öğrencisi ve doktoru olarak, 40 yılı aşkın meslek hayatımdaki anılarımı ve görüşlerimi paylaşmaya çalıştığım” kitabımda değinmeye çalışmış idim. (4)
Önemine binaen o kitaptan ilgili kısımları alıntılayıp konuya dair başka şeyler de söylemek istiyorum.
“…Doktorların o yıllarda maaşları çok da iyi değildi. Pratisyen hekimin muayenehane açtığı yıllar bitmek üzere idi. Döner sermaye katkısı olmadığı gibi nöbet ücretleri de çok düşüktü, hatta icapçılık nöbetine ücret de verilmiyordu. Sağlık Bakanlığı adeta hekimleri ne haliniz varsa görün, yolunuzu nasıl bulursanız bulun, benden bu kadar” diye “saldım çayıra, mevlam kayıra” anlayışı ile hareket ediyordu. Uzman doktorlar ya sadece muayenehanede (varsa özel hastanede) ya da daha sıklıkla bir ayağı devlet (sigorta, üniversite, askeri dâhil) hastanesinde diğer ayağı muayenehanede hastadan ekstra para (özel muayene, özel ameliyat, bıçak parası vb) talep ederek hakları olanı aldıklarını düşünüyorlardı. Meşhur tabiri ile “doktorların eli hastaların cebinde” idi ve “ne verirseniz verin, bu doktorların gözü doymaz” diye bir inanış vardı, hani halka sorsanız gerçek payı da yok değildi…” (7)
“…Van Tıp’ta görev yaparken fakülteye yakın bir sitenin bir dairesinde kiracı olarak oturuyordum. Bir gün kapım çalındı. Açtım, komşulardan bazıları toplanmış gelmişlerdi. “Hayırdır, buyrun” dedim. “Hocam, kapıcımızın babası ameliyat olacak. SSK Hastanesi başhekimi olan genel cerrahi uzmanı ameliyat parası istiyor. Biz de yardımcı olmak için aramızda para topluyoruz. Siz de katkıda bulunmak ister misiniz?” Dedim ki, “Kıymetli komşular, siz benden ne istediğinizin farkında mısınız? Bir doktorun hakkı olmadığı hâlde talep ettiği parayı, bir başka doktordan istiyorsunuz. Ben ameliyat (bıçak) parası gibi bir para bugüne kadar talep etmedim, edilmesine de karşıyım. Niyetiniz iyi olmasına karşın size hayır demek zorundayım. Karşı olduğum bir şeye prim vermem, katılmam. Başka bir nedenle yardım gerekirse, eyvallah, başım gözüm üstüne.” Hatta bir keresinde bir tanıdığımız Van Tıp Fakültesinde bir doktorun ameliyat etmek için kendilerinden para talep ettiğini söylediğinde, o doktora gidip “Abi, bu yaptığın doğru değil, biz bu tür şeylere karşı değil miyiz?” dediğimde bana kızmış ve karışmamamı söylemişti. Bana olan sevgisinden olsa gerek “lan kazma” diye de takılan abim, ilaveten Anadolu’da bazen de Trakya’da kullanılan bir sözü sarf etmişti (Hasta yatağında …….). “Başkasının eline düşmüş, çaresiz kalmış birinin, bir işin yapılması için her isteği kabul etmek zorunda kalması” anlamına gelen bu sözü “edebe muhalif, ahlaka mugayir” olduğu için burada zikretmek istemiyorum.
Yeri gelmişken üzülerek bir başka anımı ve bir tespitimi de aktarayım. Bu halkın bir kısmının sağlık alanındaki bu gibi durumlardan mağdur, muzdarip ve müşteki olmalarına sakın aldanmayın, zira bugüne kadar bütün olan bitene rağmen yine de “ne yapıp edip gemisini yüzdürenlere”, “başarıp da bal yiyenlere, bal tutup da parmağını yalayanlara”, “her türlü yol ve yöntemle zenginleşip iktidar sahibi olanlara” alttan alta hayranlık duyup öykünürler. Hani ellerine bir fırsat geçse, onlardan aşağı kalmayacakları duygusuna kapılırsınız. Bir zaman Antalya’da kayınbabagilin köyünden biri ile konuşuyordum. Doktor olduğumu bildiği hâlde şehirdeki “paraya para demeyen ve kazandığı paranın haddi hesabı olmayan” doktorları överek ve de gıpta ile anlatmıştı. Ben de devlet ya da üniversitede yani kamu hastanelerinde olup da yasal ve hakkı olmayan bir yolla zengin olanları kastederek, “Ben de onlar gibi olayım ister misiniz? Hasta olup bana başvurmak zorunda kaldığınızda sizinle ilgilenmem, muayene ve ameliyatınızı yapmam için elinizde avucunuzda olanı, birikiminizi istesem, hoşunuza gider miydi?” diye sorduğumda şaşkın şebelek bir hâlde susuvermişti. Belki de içinden “ah ulan ah, şimdi senin yerinde olacaktım, enayisin sen lan” diyordu kim bilir. İnsanların çoğu her devirde muktedir, eli sopalı, ceberut, varlıklı, zengin olanlara rağbet etmiş, desteklemiş, öykünmüştür. Meşhur “çalıyor ama çalışıyor”, “yolsuzluk hırsızlık değildir” söylemlerinin altında yatan gerçek tam da budur. Halkın önemli bir kısmının haksızlık, hukuksuzluk karşısındaki söylem ve tavırları sahici, tutarlı ve inandırıcı olmaktan uzaktır maalesef. Ah bir fırsat olsa, ellerine bir fırsat geçse canına okuyacak, deveyi hamuduyla götürecek, mala davara çökecek, anası bacısı dışında kimsenin gözünün yaşına bakmayacaklardır. O yüzden bir bulup yapanlar, bir bulamadığı için yapamayanlar ve bir de -sayıları az da olsa- bulup yapmayanlar vardır.
Yeri gelmişken medyada zaman zaman çıkan bıçak parası ile ilgili haberlerle ilgili de birkaç şey söylemek isterim. Aslında bu haberler tek tük, münferit gibi gözükse de maalesef bu ülkede hemen her vasat ve fırsatta yasal ve meşru olmadığı hâlde hastasından para isteyen, alan ve suçüstü yapılamayan, yakalanamayan hatta ihbar etseniz bile hiçbir şey yapılmayıp yapmaya devam eden gerek devlet hastanelerinde gerekse üniversitelerde bir hayli doktor, cerrah, profesör var ki kulaklarınıza inanamazsınız (özel hastane ve üniversitelerde zaten pazarlık usulü var). Bıçak parası ya da ekstra para alanlar öyle yol ve yöntemler uyguluyorlar ki şeytan bile “ulan bu niye benim aklıma gelmedi” diye apışıp kalıyor (bir kısmına bizzat ben şahidim). Klinikte, hatta acilde ve hatta ameliyat kapısında hasta yakınıyla pazarlık yapıp bıçak parası, ekstra ücret talep edenleri mi ararsınız, vermediği takdirde ameliyat sırasının kolay kolay gelmeyeceğini ve ameliyata girmeyeceklerini ifade edenleri mi ararsınız (hatta bunlardan meşhur bir cerrah, bir gün vizitte hastanın yanında diyesiymiş ki bir asistanına, sen bu hastaya uygulayacağımız ameliyatı daha önce yaptın mı, o da hayır cevabını verince, öyleyse hazırlan bu ameliyatı yarın sen yapacaksın, tabi bunu duyan hastanın soluğu hocanın yanında, muayenehanesinde aldığını tahmin etmeye gerek var mı? İşte bu ve bunun gibi cerrahlar yüzünden yıllarca travmatize olan hasta/hasta yakınları biz cerrahlara özellikle asistan eğitimi olan yerlerde ameliyata girip girmeyeceğimizi soruyorlar, korkuyorlar, bu da onların bazı cerrahlar tarafından istismar edilmesine zemin hazırlıyor), ameliyat edecekleri hastalardan onursuz biçimde birkaç cumhuriyet altını talep edenleri mi ararsınız, hastaları özel hastanelere, özel laboratuvarlara, görüntüleme merkezlerine filan yönlendirip hasta başına komisyon alanları mı ararsınız, dedim ya şeytan bile bu taifeye şapka çıkartır.
Bunların içinden birkaçı tufaya gelip kurulan tuzağa yakalanıyorlar. Özel sektörde ya da muayenehanede çalışan doktorların bir kısmı toplantı ve kongreleri dahi reklam yerine dönüştürüp paradan başka bir şey de zikretmiyorlar. “İşini bilen” bu memurlar (aslında sadece hekimler değil, hâkimler, hakemler, siyasetçi, bürokrat, asker dâhil bütün memurlar arasında bazıları) “vicdanla cüzdan arasında kalıyorlar”, para için her şeyi yapmaya devam ediyorlar. Edecekler de çünkü denetlemesi, engel olması gerekenler dâhil herkes her şeyi biliyor ama kimse kalkıp soruna gerçekçi, köklü ve kalıcı bir çözüm bulmuyor, sadece kendilerini, günü ve zevahiri kurtarıyorlar o kadar. Zira bu ancak istemek ve kararlı olmakla, sadece doktorların değil devletle ilgili tepeden tırnağa herkesin ve elbette toplumun değişimi ile mümkün olabilecek bir şeydir. Herkesin bir diğerini suçladığı, sorumlu tuttuğu ama dönüp kendisine bakmadığı, kendisinden başlamadığı hiçbir topluluk iflah olmaz. İşbu sebeplerle bu tür haberler hiçbir şeyi değiştirmez, böyle gelmiş böyle gider, arada bir böyle kazalar, haberler olur, pek ciddiye almayın. Ciddiye almayalım diyorum ama içimizdeki bu çürük elmalar çuvaldaki diğer elmaları (yani hepimizi) çürütüyor, töhmet ve zan altında bırakıyor. Halk zannediyor ki doktorların hepsi böyle, dinleri imanları para, bunlar paraya para demiyorlar, daha çok kazanmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bu çürük elmalar, bıçak parası almayan, dürüst, namuslu meslekdaşlarını da enayi konumuna düşürüyorlar; daha da fenası geriden gelen ve yeni yetişen genç meslektaşlarına da kötü örnek oluyorlar. “Su-i misal, emsal olmaz/Kötü örnek, örnek olmaz” denilse de tabip camiasındaki bu kötü örnekler bütün camiaya çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor…” (7)
Van’da üniversitede iken kurucu dekanımız idealist, paraya pula değer vermez biri idi. Fakültenin kuruluşunda hastalarına bakar, muayene parasını da makbuz karşılığı hastane yapımında kullanılsın diye fakülte vakfına kestirirdi. Hoca ile ilgili öyle güzel hikayeler anlatılırdı ki, ona hayran olur, ona layık olabilmek için siz de gıll u gış’lı işlere bulaşmazdınız. Döner sermaye (ki o da herkes için aynı idi) dışındaki özel muayene ve ameliyatlara sıcak bakmazdı, muayenehane açmaz, açtırmazdı. Muhtemelen fakültede az da olsa elden bıçak parası alan kişileri de bilirdi. Ama rektör ve dekan dahi olsanız bu tür karanlık işleri aydınlatmanız ve ispatlamanız çok zordur. Rüşvetin bilgisi olur ama belgesi, kanıtı olmaz, alan veren ve aracı olanlar arasındadır. Bu zincirde bir rahatsızlık olursa açığa çıkma ihtimali vardır, ama o zaman bile tanıklık dışında fazla bir şey yoktur. Ancak işin içine polis girip cürmü meşhut ya da teknik takip yapıp kanıt toplarsa ancak o zaman suç dosyası adli makamlara arz edilebilir. Üniversite dışı hastanelerde (Devlet, SSK gibi) cerrahların büyük kısmının (tamamı dememek için) muayenehanelerinde elden kayıt dışı bıçak parası aldığını duyardık. Hatta göğüs hastalıklarında bile nerede ise her gelen hastaya (hatta akciğer hidatik kistlerinde bile) fleksible fiberoptik bronkoskopi yapılırdı ve ücreti 100 USD ya da TL karşılığı idi. Muayenehanelerde yapılan kürtajların adı kazı-kazan’dı. Hatta doğum oranının yüksek olduğu ve doğum kontrol yöntemlerine pek itibar edilmediği için adet sorunu ile başvuran her hastaya ilgili laboratuvarda gebelik testinin pozitif olarak verilip kürtaj yapıldığı bile konuşulurdu. Burada rivayetlerin hepsini anlatarak kafanızı şişirmek ve yazıyı uzatmak istemem. O yüzden derdim ki ve hala diyorum ki; “yahu şu doktorlar eğer tıbbi bir gereklilik olmadan sırf bıçak parası alabilmek (performans puanı da dahil) ve daha fazla kazanabilmek için hastaya gereksiz tetkik, girişim ve ameliyat yapıp onların hayatını tehlikeye atmaktansa, direk paralarını alsalar daha hayırlı olur, zira öbür türlü yalnız malına zarar vermekle kalmıyor, canına da zarar verebiliyorlar”
İşte geçenlerde yine yeni yeniden böyle bir olay yaşandı. (8-9) Bir meslektaşım whatsapp’dan paylaşmış ama ben işim olduğu için bakamayınca arayıp haber verdi. Şaşırdım mı elbette hayır, zira ilgili kurumdan sonra bana da görüş almak için gelen birkaç hasta vesilesi ile duymuştum. Yirmi yıldır İstanbul’dayım, bu tür haberler artık vaka-i adiyeden sayılır. Zaten kimin kim olduğunu, ne yaptığını hemen herkes biliyor. Adetim olduğu üzere bazı haberlerin altına mutad olduğu gibi bu haberin altına üstelik de şahsi hesabımla şu kısa notu yazdım. “Yıllardır bir hekim olarak başka bir görüş almak için başvuran hasta&hasta yakınlarından bunları duyardım, bu hususu idari görevdekilere de iletmiştim, bu yüzden başıma gelmedik kalmadı, hatta klinik sorumluluğundan bile uzaklaştırıldım, benim için malum ilanı, bir şey çıkmaz”. Bu notu okuyan birileri ‘perdeyi yıkıp viran etmiş’ olmalıyım ki ‘varıp sahibine haber vereyim heman’ kabilinden Türk Göğüs Cerrahisi Derneği (TGCD) başkanına yetiştirmişler. Bir süre sonra dernek başkanı olan meslektaşım beni aradı, verdi veriştirdi, zılgıtı çekti. Bu eloğluna yakışır fakat eroğluna yakışmayacak yakışıksız bir tavır idi. Neymiş efendim böyle durumlarda susmalı, eleştirmemeli, meslektaşımızı zor durumda bırakmamalı imişiz, medya bu tür haberleri halka verirken biz tabiri caizse ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ misali ketum olmalı imişiz, bu haberler doğru bile olsa her doğruyu her yerde söylememeli, yazmamalı, eleştirmeyi bırakmalı imişiz. Duyan da zanneder ki, bu kişiler masum oldukları halde bir iftiraya uğramışlar, haksız yere tutuklanmışlar. Çirkin, yakışıksız iş yapan meslektaşlarını eleştirip bundan beri, uzak olduklarını kamuoyuna açıklaması, bu kişilerin dernekteki görev ve üyeliklerini askıya alması gerekirken o bütün hıncını öfkesini yıllardır kendisini sevip sayıp arayan destekleyen abisinin üzerine boca edivermişti. Şaşkınlıktan ‘hop hemşerim ne bu şiddet bu celal’ bile diyemedim. Benim de fikir ifade özgürlüğüm var bile diyemedim. (10) Çok incindim, kırıldım. ‘Tamam, sen memnun olacaksan o yorumu silerim’ dedim ve sildim. Dernek başkanı olarak asıl söz söylemesi gerekenlere söz söylemeyip yapması gerekenleri de yapmayıp şaşkın bir vaziyette bu camiada onuruyla, ilkeli duruşuyla temayüz etmiş abisine muzafferane bir eda ile efeleniyor. Halbuki TGCD’nden daha önceki yönetim döneminde istifa etmiş ve bunu da açık bir mektupla gerekçeleriyle birlikte yayınlamıştım. (11) Kendisi o zaman yönetim kurulu üyesi idi ve istifa talebime hiç sesini çıkarmamıştı. Fakat yine de bir sonraki seçimlerde TGCD başkanı olunca sevindiğimi belirttim, tebrik ettim ve elimden gelen her türlü desteği vereceğimi deklare ettim, verdim de. Dernekte yeni bir sayfa açılacağı ve zihniyetin değişeceği ümidindeydim. Bugüne kadar nahoş bazı şeyler olsa da zamanla düzelir diye sabrettim ama olmadı. Bir önceki dernek başkanının yaptığı değil de bu kişinin yaptığı bana daha çok koydu. Hallaç Mansur’un deyişiyle “düşmanın -lafın gelişi- attığı taş değil, dostun attığı gül incitti beni”. Bu son hadise artık bardağı taşıran son damla oldu.
O kadar gücüme ve ağrıma gitti ki, hiç aklımda yokken bu saygısızlık sonrası artık bu yazıyı kaleme almaya karar verdim, bu kanayan yaraya parmak basmak istedim. Tevafuk bu ya tam da dernek hepimizi ilgilendiren bu skandalla ilgili sessizliğe bürünüp kulağı üzerine yatmayı tercih ederken, derneğin WhatsApp grubunda bir meslektaşımızın şiddete uğraması ile ilgili ‘şiddetli kınama’ açıklaması paylaşıldı. Saldırının ‘vahim ve düşündürücü’ olduğu belirtilip, ‘olayın aydınlatılması sürecinde yetkili makamları sorumluluk almaya ve kamuoyunu düzenli olarak bilgilendirmeye davet ediyoruz’ denilmekte idi. Elbette dernek olarak bir üyesinin uğradığı şiddeti telin etmesi doğru ve yerindedir. Fakat aynı dernek bugüne kadar -üstelik uyarıp teklif de ettiğim halde- yaygın bir şiddetin, hatta soykırımın gerçekleştiği Filistin Gazze konusunda bırakın şiddetli olmasını bir kınama bile yayınlamamıştır. Özellikle son 20 ayı aşkındır Filistin Gazze’de bütün hastaneler bombalanırken, meslektaşlarımız katledilirken, sağlık hizmetleri yok edilirken bir kınama yayınlamayı bile gerekli görmemiştir.
Aynı dernek bir hafta kadar önce içlerinde göğüs cerrahi uzmanlarının da yer aldığı hakimliğin deyişi ile “‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma’, ‘icbar suretiyle irtikap’ve ‘suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olma’ suçlarından yedi şüphelinin tutuklanması konusunda derhal gereğini yapıp ilgili üyelerini dernekteki idari görevlerinden azledip üyelikten ihraç etmesi gerekirken şiddetle kınamayı bırakın tek kelime etmedi, kınamadı. (12) Ben de TGCD Yönetim Kurulu’ndan ‘vahim ve düşündürücü’ olan bu olayda, ‘olayın aydınlatılması sürecinde TGCD’yi sorumluluk almaya ve kamuoyunu düzenli olmasa bile en az bir kereliğine bilgilendirmeye ve bu konudaki düşünce ve tutumlarının ne olduğunu açıklamaya davet ediyorum’. Çifte standardınızı seveyim diyecem ama ortada sevimli değil çok sevimsiz bir durum var. Yıllar önce yazdığım “Sağlık Çalışanları ve Şiddet”konulu yazımda altını çizerek söylediğim bir tespitim vardı.“Hiç ama hiçbir gerekçe, asla ve kat’a, hekime/sağlık çalışanına bir hasta veya hasta yakınının zarar vermesini, hakaret ve tehdit etmesini, şiddet uygulamasını haklı, mazur ve meşru gösteremez.” (13) Şimdi TGCD Yönetim Kurulu’nun söylemesi gerekirken söylemediği şeyi ben söyleyim ve altını çizerek tespitimi aktarayım. “Hiç ama hiçbir gerekçe, asla ve kat’a, hekimin/sağlık çalışanının bir hasta veya hasta yakınından ekstra para almasını, maddi menfaat temin etmesini, rüşvet almaya tevessül etmesini, görevini kötüye kullanmasını haklı, mazur ve meşru gösteremez.”
Bu zata söylenecek çok şey var ama son bir söz söyleyip bu bahsi kapatayım. Dernek başkanı olan zatın bana söylediği bir sözü tekrar hatırlatmak istiyorum. Hani derler ya, ‘beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın’ zira bu zatın sözünü aktardığı muhterem zatın şu sözü tam da buna uygun düşüyor. “…İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel-aksi tesir yapar...” (14) Bu söze katılmadığımı (aslında sondaki ifadeyi ben de araştırınca yeni öğrendim, bu haliyle ben de katılıyorum, zira niyetim hâlis) ve doğru olduğuna inandığım her şeyi bugüne kadar her ortamda söylediğimi ve söylemeye de devam edeceğimi kendisine söylediğim gibi burada bir kez daha tekrar edeyim. Zira yine aynı muhterem zatın bir diğer sözünden hareketle “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir-yücedir, değerlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.” (15)
Kitab(ım)ın ortası’ndan iktibas etmeye devam edeyim.
“…Görünen o ki, her geçen gün özelleşen, ticarileşen, piyasa koşullarına uyumlu hâle getirilen sağlık sektöründe sistemin çarklarını döndüren, özel hastane & zincirlerinde ciro (kasa) endişesi içinde çalışmak zorunda ya da devlete (aslında halka, kamuya) ait hastanelerde memurlar içinde performans uygulamasına icbar edilmiş tek meslek grubu olma gibi bir seçenek(sizlik)le karşı karşıya kalmış durumdayız.
2003’de “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile sağlık alanındaki mevcut sorunlara çözüm getirmek amacı ile çıkılan yolda muayenehanelerin çoğu kapandı, kapatıldı, performans puanı uygulaması ile memur oldukları için maaşları yükseltilemeyen doktorlara çalıştıkları kurumun döner sermayesinden pay dağıtılmaya başlandı. Fakat gelinen noktada hâlâ gerek devlet hastanelerinde gerekse üniversitelerde hastalardan girişimsel işlemler ve ameliyat için el altından ekstra para istenmeye ya da özel hastanelere yönlendirip pazarlık usulü ile para alınmaya devam ediliyor. Performans puanı toplamak için önemli bir kısmı gerekli olmayan kontrol, muayene, tetkik, girişim ve ameliyat yapılıyor ya da yapılmış gibi gösteriliyor, bir şekilde puanlar toplanıyor, döner sermaye payı yükseltiliyor hatta döner sermayeden pay alabilmek için ikinci ve pasif görevler bile ihdas ediliyor. Yine göğüs cerrahlarının önemli bir kısmı mesleğini icra etmiyor, ya özel hastanelerde onların üzerinden birileri ameliyat yapıyor, pay alıyorlar ya onlar birilerine ameliyat edilecek hasta yönlendirip komisyon alıyorlar (ördekçilik) ya da yöneticilik yapıp (başhekim ve yardımcılıkları gibi) meslek dışı başka alanlarda çalışıyorlar. Para nerdeyse tapılacak tek tanrı, başarının tek kriteri, uğruna her türlü değerin ayaklar altına alınabileceği bir nesne hâline geldi. Doktorların büyük kısmı paradan başka bir şey düşünmez, konuşmaz, zikretmez hâle geldi. Hani insanlarının bazılarının gözünü iktidar, kan, şöhret, şehvet bürümesi misali hekimlerin bir kısmının gözlerini de para bürüdü. Hipokrat ya da İbn-i Sina’ya atfedilen bir söz vardır. “Ahlaksızlara tıp öğretmeyin.” Doktorların bir kesimi için çıkar, kâr, para “yasak elma”sı, kurban etmek istemedikleri “İsmail”leri, şeytanın rahatlıkla yanaştığı zaafları ve zayıf yönleri (yumuşak karınları) olmaya devam ediyor. Bu yüzden yıllarca stajyerlere anlattığım ilk ders olan “Göğüs Cerrahisine Giriş” dersinde, mezuniyet sırasında yapılan “Hipokrat Andı”na şu maddenin de eklenmesini önerdim ve hiç olmazsa müstakbel hekimlerin dikkatini çekmeye çalıştım. “Paranın, kâr hırsının, performans kaygısının, hastaya yaklaşımda ve karar vermede etkili olmayacağına…” Ve devamla “Hekimlik mesleğini vezir ya da rezil edecek sizlersiniz” ve de “Çözümün bir parçası değilseniz, sorunun bir parçasısınız demektir” diye de ekledim.
Düne kadar kendilerine ait muayenehaneleri olan patron, işveren konumundaki hekimler, bugün çoğu iş adamı, siyasetçi, bürokrat olan kişilerin,kurdukları holdinglerin hastane zincirlerinde ve vakıf üniversitelerinde sözleşmeli ve ücretli çalışan pozisyonuna düşürülmüşlerdir. Yıllarca Sağlık Bakanlığı yapmış kişinin (kişilerin) bile üniversiteleri ve hastaneleri mevcuttur. Sağlıkta sermaye belirli ellerde toplanmış, kapitalizm hükmünü icra etmiş, büyük balıklar küçük balıkları yutmuştur. Düne kadar bir ayakları kamuda diğer ayakları dışarıda olan bazı hekimlerin, hekim sayısının az olması ve özellikle SSK gibi kurumlara bağlı işçilerin başka bir seçeneklerinin olmaması, hasta/hasta yakınlarının kendilerine mahkûm ve mecbur olmalarından da istifade ile ellerinden nerdeyse uçan kaçan dahi kurtulamamış, hastaların tarlası tapanını, evini barkını hatta tek geçim kaynağı sarı ineğini dahi sattıracak kadar insafsız ve vicdansız davranmışlar, selam verenlerin selamını dahi rüşvet değildir diye almamışlardır. Bu yollarla devasa mal mülk biriktirmişler, para vermeyene bakmamışlar hatta anlaştıkları parayı vermediği için hastasını ameliyat masasından kaldıran cerrah hikâyeleri bile hâlâ dilden dile dolaşmaktadır. Onların elinden çok çeken, illallah diyen halkın hissiyatına şair ve ozanlar tercüman olmaya çalışmıştır. (16,17) Onların yerini artık daha organize, daha güler yüzlü ve daha sofistike yöntemler uygulayan bazı özel hastaneler ve özel üniversiteler almıştır. Çoğu şehirdeki kamu & özel ortaklığı ile kurulan ve binlerce yataklı devasa şehir hastaneleri yarı devlet yarı özel konumda (ikili) faaliyet göstermekte, işletilmekte olup gidişat bu yönde devam ederse muhtemelen yakın gelecekte tamamen özel sektöre devredilecekler belki de devlet sağlık sektöründen tümüyle çekilecektir. Dünyadaki, ülkedeki ve sağlık alanındaki gelişmeleri doğru okuyamayan; birlikte, kararlı, istikrarlı ve organize hareket/mücadele edemeyen doktorların kendi başlarının çaresine baktığı ve gemisini yürütmeye çalıştığı bir ortamda, çözüm bulmak şöyle dursun sağlıktaki sorunlar gitgide artmış, birikmiş ve içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir.
Bir zamanlar tıbbiyeliler olarak ülkenin önemli bir topluluğu olup ülke yönetiminde bile etki ve ağırlığımız vardı. En başarılı öğrencilerin tercih ettiği bir meslek grubu olarak iyi hekimler kadar politikacı, yazar, sanatçı, şair, bestekâr daha nice tanınmış insanların çıkması nedeniyle “tıp fakültesinden her şey çıkar, ara sıra da doktor çıkar” denilen bir meslek grubu idik. Yıllar sonra dağ gibi sorunlara gark olmuş, kendi başının derdine düşmüş hatta ona güvenip derdine derman arayan hastalarının çaresizliğinden faydalanan, istismar eden biri derekesine düşmek ne hazindir. Birbirleriyle dayanışma içinde, haklı ve meşru çizgiden ayrılmadan mücadele edip hak aramak varken, binbir türlü bahane ve gerekçe üretip sistemin acısını yine sistemin mağduru olan halktan çıkarmaya çalışmak esef vericidir. Tababeti san’at olmaktan çıkarıp süfli ve indi emellerine alet eden, hekimlik mesleğini vezir ya da rezil edenler öncelikle bizleriz. Çözüm üretmek, en azından çözümün bir parçası olmak yerine sorunun bir parçası olmaktan kurtulamıyoruz. Ve işin acı bir tarafı da hekimlere siyasette reva görülen uygulamaların çoğu yine baltanın sapı misali hekim yöneticiler (çoğu maşallah hekimlik hayatları boyunca neredeyse hep kadrolu! yöneticiler) eliyle, marifetiyle uygulanıyor oluşudur…” (7)
“…Fakültedeki yardımcı doçentlik görevimin başında kısa bir bocalamadan sonra radikal bir karar aldım ve bugüne kadar da uyguladım. Hiç muayenehanecilik yapmadım (bu arada aklıma bir hatıra geldi, Süreyyapaşa’ya klinik şefi olarak atandıktan birkaç yıl sonra şefliğim iptal edilip aynı hastaneye uzman olarak atanmıştım, bu arada bakanlık tekrar atamak için çalışma yapıyordu, o zamanlar sağlık müsteşarı olan meslektaşım beni arayıp ‘sen muayenehanecilik yapıyor musun’ dedi, ‘yapıyorsan tekrar atamayacağız’, ben de, ‘siz de biliyorsunuz ki, benim hiç muayenehanem olmadı’ dedim, bunun üzerine tekrar atamam yapıldı, işin ilginci aynı meslektaşım emekli olduktan sonra ilk işi muayenehane açmak oldu). Üniversitede iken bile hemen hiçbir hastamı özel muayene ve ameliyata yönlendirmedim, hiçbir hastamdan para veya değerli bir şey almadım, performans puanı endişesi ile hiçbir hastama yaklaşmadım. Otuz beş yılı aşan meslek hayatımda devlet memuru olarak mali ve özlük hakları açısından yaptığım anlaşmaya bağlı kaldım…” (7)
Evet göğüs cerrahisi uzmanı, profesörü olarak benim de bütün meslek hayatım boyunca bir elim yağda bir elimde balda olmadı, hâlâ da değildir. Evet doktorların hak ettikleri ücret ve özlük haklarını almadıkları da sır değil herkesin malumudur. Eşim çalışmıyor ve dört çocuğum var. Bu mesleğe başladığım günden bu yana da özellikle döner sermaye başta olmak üzere mağduriyetlerim, mahrumiyetlerim oldu. Başhekimlik yaparken bile hastanenin en mağdurlarından idim. Alerji dalındaki uzmanlar bile benden fazla ve her ay tavandan döner sermaye alıyorlardı, hâlâ da alıyorlar. Benim şu an aldığım döner sermaye 30 bin TL’ye bile zor ulaşırken (20-30 bin TL arası) aynı klinikteki uzmanlar bile benden daha fazla döner sermaye payı almaktadırlar. En son rüşvet olayındaki doktorların bile hasta başına istedikleri ekstra paranın 300 bin TL olduğunu düşünürseniz olayın vahametini ve büyüklüğünü anlarsınız. Devletin bir kıdemli profesörünün bir ay boyu çalışması sonucu eline geçen döner sermaye katkı payı, bu kişilerin tek bir hastadan talep ettiği paranın onda biri bile değildir. Maaş konusuna girmiyorum bile.
Bugün gelinen noktada oturduğum evi bile alabilecek, hatta kirasını bile karşılayabilecek durumda değilim. Emekli olsam geçinemem, o yüzden emeklilik hakkını kazanmama rağmen emekli ol-a-mıyorum, yaş sınırı dolana kadar da ol-a-mayacağım, ondan sonra da Allah kerim, nasılsa zaten bir ayağımız çukurda olacak (18). Bir hekim olarak mesleğin, branşın bütün akademik aşamalarını geçmiş hatta idari olarak başhekimlik görevini bile deruhte etmiş biriyim. Alnımın akıyla, hemen hiçbir şaibeye bulaşmadan meslekte onurlu 37., uzmanlığımın da haysiyetli 32. yılı içindeyim. Bırakın hasta ve yakınlarından para veya başka bir menfaat temin etmeyi mağdur hastalarıma bile maddi destekler verdim, hatta ameliyat ettiğim bir hastaya yıllarca maddi katkı yaptım. (4 nolu kaynak, “Balık Bilmezse,…” bölümü) Sırf hastalar bu kötü niyetli meslektaşlarıma mahkum ve mecbur olmasın diye, bir seçenek, bir çıkış kapısı olsun diye mesleki blog kurup bana başvuran herkese velev ki MHRS randevusu olmasın müsait olduğum takdirde bakacağımı ilan ettim. Bu konuda bugüne kadar elimden geleni yaptım, kendim böyle mülevves işlere bulaşmadığım gibi başkalarının da bulaşmaması için uğraştım durdum. Helal para bereketli olur derler ya ne merde ne de namerde hiçbir zaman muhtaç olmadım, uzun yıllar sonra ve tasarruf sonucu da olsa bir evim ve bir arabam oldu, çocuklarımın boğazından haram lokma geçmedi, hepsini de okuttum, kimseye eyvallah etmedim, bilmem neyimi kemirdim ama hiçbir kula müdahane etmedim, rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemedim. O yüzden bu yazıyı rahatlıkla kimseden korkmadan, çekinmeden yazabiliyorum. Çiğ yediğim için karnım ağrısa ve evim camdan olsa yaz-a-maz susardım.
Bu ülkede hasta ve yakınlarından hakkı olmayan bıçak parası ya da her türlü maddi menfaat talep eden hekimlerin ve sağlık çalışanlarının bahane olarak ileri sürdüğü en başta gelen argüman, “efendim, devlet bize hakkımız olan parayı vermiyor, biz de ne yapalım, bu tür yan yollara baş vuruyoruz”. İyi de kardeşim bu ülkede hakkını al-a-mayan bir siz misiniz? Bütün toplum kesimlerinde benzer yakınmalar var. Ayrıca devletin kurumunda memur ya da akademisyen olarak çalışmaya mahkûm ve mecbur değilsiniz. Beğenmiyorsanız istifa eder gidersiniz. Ama siz hem evli kalıp evliliğin nimetlerinden istifade edip sonra da bekar biri olarak hovardalık yapmak istiyorsanız bu evlilik (memuriyet) sözleşmesi yaptığınız eşiniz (devlet) size niye izin versin, göz yumsun? Bu ülkede milyonlarca emekli aylık 15 bin TL, milyonlarca çalışan da 24 bin TL asgari ücretle geçinmeye çalışıyor, yoksulluk hatta açlık sınırı altında yaşamak için didinip duruyor. Ve üstelik bu insanlar yıllarca her ay SGK prim borcunu ödüyor. Hepimizin maaşları, döner sermayeleri ve özlük hakları bu vergilerle karşılanıyor. Ve sonra siz bu insanlar sağlıklarını kaybedip mecburen bir sağlık kuruluşuna, bir hastaneye başvurduğunda da onlardan yok ameliyatına ben girmem, yok ameliyatın haftalar, aylar sonraya kalır gibi yok bilmem ne bin bir türlü alavere dalaverelerle ilave para talep ediyorsunuz. Bu sahtekâr doktorlar ve sağlık çalışanları o hasta ve hasta yakınlarının yerine kendilerini koyup empati yapmaya yanaşmıyorlar. Her an hasta ve hasta yakını konumuna düşeceklerini unutuveriyorlar. Kendileri ve sevdiklerinden hastanede veya başka bir devlet kurumunda (okul, tapu, mahkeme vs) benzer bir ücret yani rüşvet talep etseler memnun olurlar mıydı? Bunlar herkesi kör alemi sersem, halkı bir zamanlardaki gibi ‘vur kafasına al ekmeğini’ zannediyorlar, CİMER ve hasta hakları diye bir şeyin olduğunu, insanların haklarını aramayı öğrendiğini, haksızlıklara karşı duyarlı olup yetkili mercilere bildirdiklerini unutuyorlar. Eğer ücretinizi yeterli görmüyor, hak ettiğiniz ücreti al-a-madığınızı düşünüyorsanız aynı şekilde düşünen meslektaşlarınızla bir araya gelir, yasal ve meşru yollardan hakkınızı arar, dernek ve tabipler odası, birliği gibi kurumlar aracılığı ile mücadele verirsiniz. Acısını sağlık sisteminin nesnesi değil öznesi olan halktan, özellikle sağlığını kaybetmiş ve şifaya kavuşma için size müracaat etmiş hastalardan çıkarmazsınız, çıkaramazsınız.
Nasıl ihanetin mazereti olmazsa, bir doktorun ya da sağlık çalışanının hakkı olmadığı bir parayı (bıçak parası) almasının asla bir mazereti olmaz, olamaz. Siz devletle bir sözleşme yapmışsanız buna aykırı davranamaz ihlal edip menfaat teminine yönelemezsiniz. Sizi orada zorla çalıştırmıyorlar, hakkınızı alamadığınızı düşünüyor ve beğenmiyorsanız, bırakır gidersiniz. Sizin böyle fahiş bir şeye tevessül etmeniz o kurumdakilere, bütün meslektaşlarınıza da haksızlıktır, zulümdür, istismardır, onları (ve kamunun imkanlarını) kendi çirkin emelleriniz için kullanma ve enayi yerine koymadır. Böyle “yüz kızartıcı, ahlaka mugayir” iş yapanların ne idari görevde ne üniversitede ne de memuriyette yeri olmaz, olamaz. Bu tür şeylere tevessül edenler meslekten bile çıkartılmalıdır. Bu son olayda TGCD şu ana kadar hiçbir şey yapmadı, hatta bir kınama bile yayınlamadı. Sağlık Bakanlığı ve SBÜ’nin ise özellikle tutuklanan doktorlarla ilgili ne yapacağını doğrusu merak ediyor, izliyorum.
Hekimlerin haklarını alamaması ya da alamadıklarından yakınmaları yalnızca bu ülkeye has bir durum da değildir. Temmuz 2001 yılında tamamen kendi özel gayretim ve olanaklarımla (maddi zarara uğramak dahil) Strazburg şehrindeki üniversitede Prof Jeanne Marie’nin yanında gözlemci olarak çalışmıştım. “Ayrılmadan önce bana Strazburg’un pahalı bir şehir olduğunu söylemişti, oysa bizimle kıyas kabul etmez bir maaş almakta idi. Onu, on yıl sonra Antalya’da 6. Ulusal Göğüs Cerrahisi Kongresi’nde yeniden gördüm. “Göğüs duvarı rekonstrük- siyonunda yeni teknikler” konulu bir konuşma yapmak üzere bir medikal firmanın sponsorluğunda gelmişti. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki, sadece bu örnekte olduğu gibi sadece medikal firmaların değil, ülkemizde de özellikle ilaç firmalarının ilaçlarının tanıtımı için bazı hocalarımızı, meslektaşlarımızı şehir şehir gezdirip onlara büyük meblağlar ödemeleri bana yakışıksız ve etik-ahlaki açıdan sorunlu sıkıntılı gelmiştir. Konuşmasında “kaburga kırıklarında cerrahi stabilizasyon (tespit)” konusunu anlatmıştı ve beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Tek kot kırıklarında bile cerrahi stabilizasyon yapmış ve bunu da marifetmiş gibi “vaka lazım, kliniğin (ve elbette kendisinin de) ekonomisini de düşünmek lazım” diyerek etik-ahlak dışı bir sebeple açıklıyordu. Toplantı sonunda söz alıp “Ben sanıyordum ki performans ve kâr kaygısı yalnız bu ülkede bazı hekimlerin değil, Fransa’daki bazı hekimlerin de aklını çelmiş, yoldan çıkarmış,” dedim ve salondan çıktım.” (4) Fakat daha sonraki yıllarda yine bir göğüs cerrahisi kongresinde davetli yabancı konuşmacı olarak gelen birinin para için yaptığı işlediği caniliği duyduğumda kanım dondu, dehşete düştüm. Dr. Paolo Macchiarini yaptığı kök hücre destekli nefes borusu (trakea) nakilleriyle tüm dünyada adını duyurmuştu. Hastaları (8 hastadan 7’si, ki biri de Türkiye’den) patır patır ölünce de gerçek ortaya çıkmıştı (19). Yeri gelmişken bir şeyden daha bahsetmek isterim. Birkaç yıl önce İstanbul’da bir üniversite hastanesinde naklen yayınlanan bir ameliyata katılan, tek kesi minimal invaziv göğüs cerrahisi ile meşhur ve hızlı Gonzales karakteri ile isim benzerliği olan bir cerrahla bir anımı paylaşmak isterim. O gün sabah oturup akşama kadar naklen yayınlanan ve altı yedi saat süren bir ameliyatını seyrettim. Vaka sol alt lob ve lingula segment bronşektazisi idi. Kanaatimce canlı cerrahi için zor ve uygunsuz bir vaka idi. Netekim cerrah çok zorlandı, pulmoner arter dahi yaralandı, ameliyat sırasında o hastanede tanıdığım ve ulaştığım cerrahlara açığa geçmesini önermelerini söyledim, ama muhtemelen açığa geçmeyi bir onur meselesi yaptı (zira internet ünlüsü cerrah beyefendinin internet sitesindeki mottosu ‘imposible es nada’ yani ‘imkansız diye bir şey yoktur’), ısrar ve inat etti, sonunda zar zor da olsa ameliyatı bitirdi. Ama sonunda defalarca ‘oh, my god’ demesi vardı ki, sanırdınız kelime-i şehadet getirip hidayete erdi. Her neyse linkedin platformunda takip ettiğim meslektaşım bu vakayı tanıtıp zordu deyince ben de yorum kısmına tebrik ve teşekkürden sonra dedim ki; ”Ameliyat yedi saat kadar sürdü, video-yardımlı göğüs cerrahisi (VATS) vakalarında açık cerrahiye geçme endikasyonu olarak süre de olmalı değil mi?” Dememle birlikte “siz bir yalancısınız, yedi değil beş saat sürdü” deyince ben de “ne fark eder, ha altı yedi saat ha beş saat, tek kesi göğüs cerrahisinin (tek delikte ısrar edilmesini de hiçbir zaman anlamamışımdır) önemli bir ismi olarak ısrar etmeyip açığa geçseydiniz, bu seyredenler için de özellikle yeni nesil cerrahlar için örnek ve öğretici olurdu, zira hasta uzun bir anestezi aldı, komplikasyon gelişti ve hasta her an komplikasyona açık olup riske edildi, bu sizi seyredenler için iyi bir mesaj olmadı” deyince de “sen hala büyük kesi (torakotomi) yapmaya devam et, sen bir eski moda, kıskanç ve kötü bir cerrahsın, bir dinazorsun” dedi, “yanılıyorsunuz, ben minimal invaziv cerrahiye inanan, tercih eden ve uygulayan biriyim” dedim ve diyafram evantrasyonu ve özofagus leiomiyomları ile ilgili VATS yayınlarımı örnek gösterdim, fakat o bir türlü hızını ve hırsını alamadı, “seni telefonda Türkiye’de tanıdığım meslektaşlarıma sordum, senin kötü bir cerrah olduğunu söylediler” dedi. Ben de bu etik-ahlaki olmayan kısır tartışmayı bitirmek ve bu haddini bilmez kişinin tahkir ve tezyiflerine bir son vermek için “tekrar ülkemize geldiğinizde sizinle yüz yüze tanışmak konuşmak isterim” deyince korktu ve bütün yazdıklarını sildi. Muhtemelen hem benim kendisine bir şey yapacağımdan korktu (ki kesinlikle ben şiddete karşı biriyim, hele bir meslektaşıma ve yaşı benden hayli küçük birine, bana asla yakışmaz) hem de şahsıma yaptığı saygısızlığı, tahkir ve tezyifi dava edeceğimi düşündü. Gerçi bütün yazışmaların ekran görüntüsünü almış, kaydetmiştim, ama ben derviş gönüllü ve fikir ifade özgürlüğüne sonuna kadar inanan biriyim, kaldı ki dava da açmadım, açmayı da düşünmedim.
Bu konuda bir sözüm de hükümete, sağlık bakanlığına (ticaret bakanlığına, nedeni yazım içinde mevcuttur), yükseköğretim kurulu ve yargıya olacak. Ne olur artık bu ülkede her şeyi açık, şeffaf, tutarlı ve hakkaniyetli hale getirin. Devlet ve üniversite hastanelerinde binbir çeşit farklı uygulamalar olmasın, standart ve adaletli bir uygulama olsun, hekimler hak ettikleri maaş, döner sermaye katkı payı ve özlük haklarına kavuşsunlar. ‘Temiz toplum’ için ‘temiz eller’ operasyonu nasıl elzem ise, ‘temiz hekimlik’ için de biz hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ‘elleri temiz’ olmalıdır ve sizlerin de bu konuda bizlere desteğiniz çok önemlidir. Biliyorum ki ne kadar maaş, döner sermaye katkı payı ve özlük haklarında iyileştirmeler yapılırsa yapılsın; yasal, haklı ve meşru çizgiden sapan doktorlar ve sağlık çalışanları için ne kadar yasa, yönetmelik çıkarılırsa çıkarılsın, önlemler getirilip yasaklar konulsun, ne kadar denetim yapılırsa yapılsın ve cezalar ne kadar caydırıcı olursa olsun yine de “Allah’tan (tabii ki kanundan da) korkmayan, kulundan da (kendi meslektaşlarında da) utanmayan” birileri bundan sonra da bir yerlerde pis, çirkin ve karanlık işler yapmaya, bıçak parası almaya, müşteri olarak gördüğü hastaları ve yakınlarını dolandırmaya, rüşvet almaya devam edecektir. Bu kişiler istismar ettikleri hasta ve hasta yakınlarının yerine kendilerini ve sevdiklerini koyup empati yapma yeteneğinden bile mahrumdurlar. Bu tipleri ne yasa ne kanun ne yönetmelik ne de başka bir şey durduramaz, zira gözlerini para bürümüştür. Aç karınlar doyar fakat aç gözleri doyurmak mümkün değildir, o gözleri ancak bir avuç toprak doyurur. Bu dünyada, olmazsa ötede (ahirde, ahirette) yeniden diriltilip uyandırıldıklarında iş işten geçtikten hakikati sonra görür ve anlarlar.
Önemli olan bu konuda gerekenleri bir an önce yapmak, bu sorunu en aza indirgemek, minimalize etmektir. Mesleğini hakkıyla, etik-ahlaki ilkelere göre düzgünce ve temiz yapan, haklı ve meşru çizgiden ayrılmayıp ekmeğini helal yoldan kazanıp harama itibar etmeyen tüm meslektaşlarıma sevgi, saygı, tebrik ve takdirlerimi sunuyorum. Hekimlik mesleğinin onurunu, değerini, ağırlığını iki paralık eden, bıçak parası dahil daha çok kazanmak için gayri ahlaki ve gayri meşru bin bir türlü yol ve yöntemlere tevessül eden meslektaşlarımı ise kınıyor, onlardan beri, uzak olduğumu ilan ediyor, yazıklar olsun diyorum.
Eğer ‘bıçak parası’ konusunda çözüm noktasında esaslı ve gerçekçi şeyler yapılmazsa, ‘bıçak sırtı’ndaki bu konu ’bıçak arası’ gibi leziz olmaz, ‘bıçak yarası’ gibi acılı hatta ‘yürek yarası’ olarak devam eder gider. Ara sıra birileri okkanın altına gider, yakayı ele verir, medyaya düşer ve bu ahval ve şerait böyle devam eder gider. Sahnede oyunun değişik versiyonları oynamaya devam eder, sadece oyuncular değişir.
Çözüm noktasında neler yapılabilir, ne düşünüyorum şayet merak ediyorsanız, kitabımı ya da kitaplarımı okumanızı öneririm. (4,20)
Sözlerimi, çok kazanma hırsının arttığı ve vicdanın sesinin kısıldığı bu çağda Anadolu’da hekimlik yapmış pirimiz, üstadımız, ustamız merhum Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun bir sözü ile bitirmek isterim.
“Vicdanın daima hırsının önüne geçsin”
Kaynaklar:
- https://www.kitapyurdu.com/kitap/bicak-parasi/678597.html
- https://www.akademikakil.com/bicak-parasi-2/semradundar/
- Hekimlikte Cinsiyet Ayrımı, Mobbing ve Hekim Seçme Hakkı, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, https://www.akademikakil.com/hekimlikte-cinsiyet-ayrimi-mobbing-ve-hekim-secme-hakki/irfanyalcinkaya/
- Benim Yolum- Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2. Baskı, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 2023, İstanbul, https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
- İrfan ve –Eğitim&Öğretim ve Üniversite ve Liyakat ve The End, https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2024/10/irfan-ve-egitim-ve-universite-ve.html
- Kutsal(!) Meslek, Heybemden Seçkiler, İrfan Yalçınkaya, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 2025, İstanbul, Sh. 209-210, https://www.kitapyurdu.com/kitap/heybemden-seckiler/720346.html
- Tababet San’atının Tarzı İcrası’nın Tadı Tuzu Kaldı mı? Benim Yolum – Tababet San’atının İcrası ile Geçen 35 Yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2. Baskı, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 2023, İstanbul, Sh. 378-98
- https://www.gercekgundem.com/guncel/devlet-hastanesinde-yolsuzlukta-flas-gelisme-saglik-bakanligi-acikladi-gozaltilar-var-541915
- Kamu Hastanesinde Yolsuzluk Operasyonu: 11 Kişi Gözaltına Alındı! Detaylara Ekol TV Ulaştı, https://www.youtube.com/watch?v=o97JZnTExns
- Fikrimin İnce Gülü, Kalbimin Şen Bülbülü, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, https://www.akademikakil.com/fikrimin-ince-gulu-kalbimin-sen-bulbulu/irfanyalcinkaya/
- Türk Göğüs Cerrahisi Derneği Üyeliğimin Çeyrek Yüzyılının Değerlendirilmesi ve İstifa Kararı Sürecimin Öyküsü, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/10/turk-gogus-cerrahisi-dernegi-uyeligimin.html
- https://www.diken.com.tr/bicak-parasi-operasyonu-biri-profesor-yedi-kisi-tutuklandi/
- Sağlık Çalışanları ve Şiddet: Nedenler ve Ne Yapmalı? Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2019/08/saglik-calisanlari-ve-siddet-nedenler.html
- Risale-i Nur, Mektubat, Said Nursi
- Risale-i Nur, Divan-ı Harb-i Örfi, Said Nursi
- Tohtur (Doktor) Bey, Abdurrahim Karakoç, https://www.youtube.com/watch?v=iuICOXcfRns
- Acı Doktor Bak Bebeğe, Âşık Mahzuni Şerif, https://www.youtube.com/watch?v=PEOo04b1XSM
- https://medimagazin.com.tr/guncel/33-yillik-hekimim-su-an-emekli-olsam-gecinemem-98918
- Korkunç Cerrah: Bıçak Altında Aşk, Belgesel, 3 Bölüm, Netflix, 2023
- Heybemden Seçkiler, İrfan Yalçınkaya, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 2025, İstanbul, Sh. 209-210, https://www.kitapyurdu.com/kitap/heybemden-seckiler/720346.html