Evliliklerinin ilk günüydü. Henüz açılmamış koliler, mutfağın köşesinde duruyordu. Yeni bir hayatın eşiğinde, biraz telaş, biraz da heyecanla yerleşmeye çalışıyorlardı. Eşi bir şeyler hazırlarken o da salata yapmak istedi. Bekâr evinden getirdiği, elinin alışkın olduğu favori bıçağını aradı. Bulamayınca, “Bıçağımı gördün mü?” diye sordu. Eşi bir çekmeceyi açtı, bıçağı buldu, ama önce onu kucakladı ve gülümsedi:
“Artık senin, benim yok; bizim bıçağımız var.”
Bu kısa sahne, bir ilişkinin ruhunu anlatmak için yeterli: Biz olmak. Evlilik, yalnızca iki insanın bir arada yaşaması değil, bir ben ve sen’in yavaş yavaş biz’e dönüşmesi sürecidir. Bu süreç kolay değildir. Tıpkı bir bilgisayar oyununda seviye atlamak gibi: Sahne değişir, kurallar değişir, karakterler gelişir. Yeni araçlar, yeni güçlükler, yeni beceriler gerekir. Ve her yeni aşama, daha çok iş birliği, daha çok empati, daha fazla “biz” bilinci ister.
BEN DİLİNDEN BİZ DİLİNE…
İletişim eğitimlerinde sıkça öğretilen bir yöntem vardır: “Ben dili” kullanmak. Suçlamadan, yargılamadan, duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı dile getirebilmek. Örneğin “Sen beni hiç anlamıyorsun!” demek yerine “Bu durumda kendimi anlaşılmamış hissediyorum ve desteğine ihtiyacım var.” demek gibi. Bu formül, bireyler arası ilişkilerde çatışmaları azaltır, empatiyi artırır. Ancak bunun da ötesi vardır: Biz dili.
“Biz dili” bir aidiyet, bir sorumluluk, bir ortaklık dilidir. Evlilikte de, iş yerinde de, arkadaşlıkta da, bir toplumda da, biz dili güven yaratır. Çünkü ben-sen ayrımından uzak, ortak çözüm arayan bir zemine davet eder. Peter Drucker’ın da vurguladığı gibi, etkili insanlar ben değil, biz diye konuşur. Çünkü başarı, ancak birlikte mümkün olur.
BEN, SEN VE ONLAR…
Bugün dünya, bireyler arasındaki çatışmalardan çok daha büyük bir sınavdan geçiyor. Irkçılığın, cinsiyetçiliğin, ayrımcılığın, savaşların, bölünmüşlüklerin temelinde hep aynı şey var: Ben, sen, onlar. Sınırlar, kimlikler, ideolojiler, çıkarlar üzerinden bir ötekileştirme dili… Oysa asıl sorun, “biz” diyememek. İnsanlar arasında değil, insanlık içinde bir birlik oluşturamamak.
Barış yalnızca masalarda değil, zihinlerde kurulur. Birey düzeyinde başlayan empati, toplumsal düzeyde bir barış kültürüne dönüşebilir. Bu da ancak eğitimle, bilinçle ve niyetle mümkündür. Kendi duygularını tanıyabilen, kendi ihtiyaçlarını ve sınırlarını fark edebilen insanlar, başkalarının da haklarını gözetmeye başlar. Başkalarını yalnızca karşısındakiler olarak değil, birlikte yaşadığı insanlar olarak görür.
Kişiler arası çatışmaları biz dili ile azaltabiliriz. Toplumsal huzursuzlukları biz dili ile dönüştürebiliriz. Dünyadaki çatışmaları bile biz dili ile önleyebiliriz. Çünkü aslında hepimiz aynı evin çocuklarıyız. Aynı göğün altında, aynı kırılganlıklarla yaşamaya çalışıyoruz.
NE ZAMAN?
Artık insanlık olarak şunu sormalıyız kendimize: Ne zaman homo sapiens olmaktan insan olmaya geçeceğiz?
Yani ne zaman sadece düşünen değil, hisseden, anlayan ve ortak değerlerde buluşan varlıklar haline geleceğiz?
Belki bir gün, o bıçak gibi küçük ama anlamlı bir sembol bize yine hatırlatır:
“Artık senin, benim yok… Bizim var.”