Dikkatini toplayamayan, yerinde duramayan ya da hayallere dalıp giden çocuk ve gençler… Yıllarca “yaramaz”, “tembel” ya da “afacan” diye etiketlendi. Oysa bugün biliyoruz ki bu davranışların ardında milyonlarca insanı etkileyen bir nörogelişimsel tablo var: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu.
Dünyanın dört bir yanında artan görünürlüğüyle çağımızın en çok tartışılan meselelerinden biri haline gelen bu durum, adeta toplumun ortasında duran kocaman bir karadelik gibi. Görmezden geldikçe büyüyor, içine daha çok hayatı çekiyor.
GÖZLEMDEN FARKINDALIĞA…
Son yıllarda dersine girdiğim öğrencilerde dikkatimi çeken bazı davranışlar vardı: Derse sadece cep telefonuyla gelmek, sınıfta sürekli ekran karıştırmak, dersi dinlememek, arada uyuklamak…
Öğrenciler sanki bedenen dersteler ama zihnen başka diyarlarda geziniyorlardı.
Önce bunun lise eğitimindeki boşluklarla, üniversite giriş puanlarının düşmesiyle ya da ergenlik döneminin uzamasıyla açıklanabileceğini düşündüm.
Ta ki yakın çevremde bu teşhisi duymaya başlayana kadar: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB).
Başta “ergen davranışı”, “yaramazlık” ya da “tembellik” diye geçiştirdiğim şeyin aslında çok daha derin bir mesele olduğunu anlamam uzun sürmedi. Birkaç kitap okudum, makalelere baktım, Dünya Sağlık Örgütü’nün belgelerine ulaştım.
O noktada fark ettim ki: Hepimizin gözünün önünde adeta kocaman bir karadelik var, ama henüz çok da ayırdında değiliz.
YARAMAZLIK MI, TEMBELLİK Mİ, YOKSA NÖROGELİŞİMSEL BİR DURUM MU?
Dünya Sağlık Örgütü’nün ICD-11 sınıflamasında Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, en az altı ay süren ve günlük işlevselliği bozan dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileriyle tanımlanıyor.
Üstelik başlangıcın 12 yaşından önce olduğuna dair kanıt aranıyor. Yani bu, bir “sınav dönemi yorgunluğu” ya da “ergenliğin cilvesi” değil; yaşam boyu sürebilen nörogelişimsel bir tablo…
Hepimizin çocukluğundan tanıdığı “yerinde durmayan, çok zeki ama çalışmıyor, kıçının üstüne oturamıyor” diye etiketlenen öğrencilerin önemli bir kısmı aslında farkında bile olmadan bu bozuklukla yaşıyor.
Onlara “tembel” etiketi yapıştırmak yerine bilimsel adıyla seslenmek, damgalamaktan çok anlamayı gerektiriyor.
DEHB’in ne olduğunu daha iyi anladıktan sonra bir gün sınıfta öğrencilerime sordum:
“Acaba aranızda bu teşhisi almış ya da bu konuda tedavi görmüş olan var mı?”
Ben bir ya da iki parmağın kalkmasını beklerken, beklediğimin çok üzerinde el havaya kalktı.
İşte o an, bu meselenin düşündüğümden çok daha yakınımda, düşündüğümden çok daha yaygın olduğunu fark ettim.
BELİRTİLER
DEHB’nin en yaygın belirtileri üç ana grupta toplanıyor: dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik.
Dikkatsizlik tarafında, ders dinlerken kolayca dalıp gitme, yapılan işte ayrıntıları atlama, verilen görevleri tamamlayamama, eşyaları sık sık kaybetme ve zihnin sürekli başka yerlere kayması öne çıkıyor.
Hiperaktivite tarafında ise yerinde duramama, sürekli kıpırdanma, çok konuşma, sessiz kalmakta zorlanma gibi davranışlar görülüyor.
Dürtüsellik boyutunda ise sırasını bekleyememe, söz kesme, düşünmeden hareket etme ve ani kararlarla hata yapma gibi durumlar dikkati çekiyor.
Her bireyde bu belirtilerin şiddeti ve görünümü farklı oluyor; kimi öğrenciler “hayalci ve dalgın” görünürken, kimileri “yerinde duramayan ve sabırsız” bir profil çiziyor. Bu yüzden DEHB tek tip bir tablo değil; farklı yaşlarda ve kişilerde farklı yüzlerle karşımıza çıkan karmaşık bir durum olarak ifade ediliyor.
NEDENLERİ
DEHB’nin tek bir nedeni yok. Biyolojik, genetik ve çevresel birçok etkenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan karmaşık bir tablodan söz ediliyor. Araştırmalar, kalıtımın önemli bir rol oynadığını ve bozukluğun yüksek oranda (%70-80) genetik yatkınlıkla ilişkili olduğunu gösteriyor.
Daha teknik bir anlatımla; beyindeki dopamin ve noradrenalin gibi dikkat ve dürtü kontrolünde görevli nörotransmitterlerin dengesindeki farklılıkların bu tabloyu beslediği belirtiliyor.
Bunların yanında gebelikte annenin sigara, alkol veya bazı toksinlere maruz kalması, erken doğum, düşük doğum ağırlığı gibi biyolojik riskler de etkili olabiliyor.
Çevresel koşullar bile tabloyu ağırlaştırabiliyor: aşırı ekran maruziyeti, uyku düzensizlikleri, stresli aile ortamı ya da okulda yeterli destek alamamak belirtileri daha görünür hale getiriyor.
Ancak şunun da altını çizmek gerekiyor: “Aşırı ekran maruziyeti” ve “uyku düzensizlikleri” DEHB’nin nedeni değil, daha çok tetikleyicisi veya belirtileri şiddetlendirici faktörleri olarak tanımlanıyor. Yani “ekran DEHB’ye yol açar” denilmiyor ama DEHB’si olan bir çocuğun semptomlarını kötüleştirebiliyor.
Kısacası DEHB, yalnızca “çocuğun suçu” ya da “ebeveyn hatası” değil; biyolojiyle çevrenin iç içe geçtiği bir nörogelişimsel durum olarak izah ediliyor.
DÜNYA GENELİNDE GÖRÜNÜRLÜK ARTIŞI
Bugün yalnızca bizim sınıflarımızda değil, dünyanın pek çok ülkesinde aynı sorunların yaşandığını öğreniyoruz. Örneğin Çin’de yapılan geniş kapsamlı bir meta-analiz, çocuk ve ergenlerde DEHB oranını %6,3 olarak saptamış. Şanghay’da ulusal ölçekli bir çalışma ise bu oranı %6,4 olarak bulmuş ve tanı alan çocukların yarısından fazlasında başka psikiyatrik sorunlar da tespit edilmiş.
Japonya’da oran %7 civarında, Tayvan’da %7,5, Vietnam’da %7,7; Güney Kore’de erişkinlerde yaklaşık %4,4; Amerika Birleşik Devletleri’nde ise her on çocuktan biri DEHB tanısı almış durumda.
Farklı yöntemler ve kültürel bağlamlar nedeniyle rakamlar değişse de ortak gerçek şu: Bu bozukluk artık “yaramaz çocuk” etiketiyle geçiştirilemeyecek kadar görünür halde.
Dünya sağlık çevrelerinde çağımızın en çok tartışılan nörogelişimsel sorunlarından biri olarak adından söz ettiriyor.
Bu tabloyu, toplumların tam ortasında duran ama çoğu kez farkına varılmayan bir karadeliğe benzetiyorum. Görmezden geldikçe daha da büyüyor, içine daha çok çocuğu, daha çok aileyi, daha çok insanı çekiyor.
TÜRKİYE’DE TABLO
Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. Türkiye’de özellikle okul çağı çocuklarını kapsayan çeşitli çalışmalar, DEHB yaygınlığını genellikle %5 ile %13 arasında gösteriyor.
Örneğin İzmir’de yapılan bir araştırmada, birinci ve dördüncü sınıf öğrencileri arasında DEHB yaygınlığı %12,7 olarak saptanmış. Başka bir saha çalışması ise oranı %13,8 olarak açıklamış.
Bulgulara göre erkek çocuklarda tanı alma ihtimali kızlara kıyasla üç kat daha fazla görünüyor.
Bu veriler, Türkiye’nin de artık “sessiz çoğunluk” döneminden çıkıp DEHB’yi ciddi bir toplumsal mesele olarak görmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Okul sıralarındaki çocuklardan üniversite amfilerindeki gençlere kadar genişleyen bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bu tabloya yalnızca “ailelerin sorunu” gözüyle bakmak da yetersiz.
Eğitim sisteminden iş dünyasına, medyadan kültürel alışkanlıklara kadar toplumun bütün katmanlarını ilgilendiren bir gerçeklikle karşı karşıyayız.
NEDEN ŞİMDİ?
Bugüne kadar pek de adı konulmayan bu tablo, günümüzde giderek artan farkındalıkla birlikte daha erken aşamada teşhis edilebiliyor.
Özellikle sosyal medyanın dikkati zayıflatan bir iklim yaratması, çocukların uyku düzenlerinin bozulması ve bunlara bağlı olarak ders başarısızlıklarının artması aileleri sorgulamaya itiyor.
Bu da kapıların daha fazla oranda DEHB’ye çıkmasına neden oluyor.
Elbette her dikkat dağınıklığı bu tanı değil; ancak konulan her yeni teşhis, buzdağının görünür yüzünü biraz daha açığa çıkarıyor.
Sonuç olarak meseleyi yalnızca tıp kitaplarında yazan bir bozukluk olarak değil; toplumun eğitim, kültür ve teknolojiyle değişen yapısının da aynası olarak görmek gerekiyor.
O yüzden, bu konuda daha fazla bilgilenmeli, bilinçlenmeli ve bu konuda toplumsal farkındalığı artırmalıyız diye düşünüyorum.
SON SÖZ
Geldiğimiz noktada DEHB’yi bir “yaramazlık” etiketiyle küçümsemek yerine, bilimsel olarak tanımlanmış nörogelişimsel bir durum olarak görmek zorundayız.
Onu anlamak; damgalamadan, küçümsemeden, “tembellik” ya da “haylazlık” gibi basit etiketlere sıkıştırmadan mümkün olabilir.
Sınıfta uyuklayan öğrenciden, sürekli hayallere dalan gence kadar herkesin hikâyesi farklı olabilir. Ama ortak bir gerçek var: Bu durum sadece bireyin değil, toplumun da meselesi.
“Asrın salgını” benzetmesi dikkat çekici olsa da asıl mesele bir hastalığın yaygınlığından çok, bizim onu artık görmezden gelemeyecek kadar fark etmiş olmamız.
Kişisel mottom olarak tanımladığım; bilimle yol açmak, eğitimle el vermek, rehberlikle iz bırakmak tam da burada anlam kazanıyor. Çünkü her farkındalık adımı, bireyin potansiyelini ortaya çıkarma yolunda hem kendisine hem topluma değer katıyor.
Prof. Dr. Erkan YÜKSEL