Yasa sözcüğünü birçok anlamda kullanmaktayız: Doğa yasaları, hukuk yasaları, bilimsel yasalar, ahlak yasaları ve düşünce yasaları gibi. Hukuk yasalarını temel alarak devletin kuruluş ilkelerini, kimliğini ve amacını belirleyen yasanın başına “Ana” sözünü ekleyerek kısaca “Anayasa” oluşturulmaktadır.
Devlet ve hukuk açısından yasa: Devletin yasama organları tarafından konulan ve uyulması gereken kurallar bütününe yasa ya da kanun denmektedir.
Türkler büyük imparatorluklarını ve devletlerini töre ile kurdular, töreye, kanunnamelere ve fermanlara göre yaşatıp yönettiler. Ona ait olduğu ihtilaflı olsa da Timur Tüzükatı’nı, Fatih Sultan Mehmet Kanunnamesini, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesini yazılı olarak miras bıraktılar.
Devletimizi yazılı Anayasalarla yönetmeye şu siyasi süreçten geçerek ulaştık: 1808 tarihinde ilan edilen Sened-i İttifak, 3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı 1876 yılında kabul edilen Kānûn-ı Esâsî, 1921 yılında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve 1924’e Türkiye Anayasası adıyla devlet yönetilmeye başlandı.
Senedi İttifaktan bu tarafa ülkede siyasiler tarafından Anayasa tartışması yapılmaktadır. Bu tartışma iki bakımdan yararlı olmaktadır.
Birincisi: Anayasalar ve yasalar insan eliyle şartlara göre değiştirilir ve yenisi yapılır. Kalıplaşmış ve dondurulmuş yasalar yoktur.
İkincisi: yasalar aklın, tecrübenin ve değişen hayat şartlarının ürünü olmalıdır. Yoksa işlemez hale gelir.
Anayasalarımız yazılırken en çok Batı uygarlığının yaptığı anayasalardan yararlanılmıştır. Batı anayasalarının ruhu ve fiziki yapısı kendi tarihi tecrübelerinden ortay çıkmıştır. Son yüzyılda yapılan anayasalarda insan hakları temel alınmıştır. Batı medeniyeti insan haklarının uygulanmasında kendi ülke yurttaşlarının haklarını esas almış, sömürgeleştirdiği ülkelerin insan haklarını ötelemiştir. Ancak yine de sömürgeleştirilmiş ülkelerin bağımsızlıklarını engelleyememişlerdir. İspanya ve Portekiz’in sömürgeleştirdiği Latin Amerikan ülkeleri en erken bağımsızlık ateşini yakmışlardır. En son bağımsızlık ateşini yakanlar- ki bağımsız sayılır mı- İslam yurtlarındaki toplumlar olmuştur. Bu devletlerin çoğu özellikle Afrika, Asya ve Arap devletlerinin adları sömürgeci devletlerin yapay adlarla kurduğu devletlerdir.
Tarihi derin devlet tecrübesi hele hele bilim insanı, filozofu, askeri kahramanı, aydını, sanatçısı, edebiyatçısı, mimarı, teoloğu, iktisatçısı, sağlam karakterli milleti daha da önemlisi kurucu devlet başkanı olmayan topluluklar “insan hakları ilkelerine” dayalı anayasalar yapamazlar. Kâğıt üzerinde yaparlar ancak bunu yaşatamazlar, uygulayamazlar.
İnsan hakları içerisinde “hürriyet” kavramı: Kişi Hürriyeti ve Güvenliği. Din ve Vicdan Hürriyeti. Düşünce ve Kanaat ya da İfade Hürriyeti olarak geçer. Bazı ülkeler Anayasalarını yaparken bu esasları göz önünde tutmuşlardır.
Burada bir konuya dikkatinizi çekmek isterim; insan düşünen, akleden, irade eden, karar veren, bilen, inanan, konuşan ve vicdan sahibi bir varlıktır.
Böyle donanımlı insan için Farabi, hürriyet konusunda bizlere şu ilkeyi koyar: “Erdemli Devlet; insan hürriyetlerini sınırlandırmayı değil, artırmayı amaç edinen devlettir. Bu devletin yurttaşları yasa önünde eşit ve hür oldukları gibi, kendi iç dünyalarında, ruhlarında da bu duyguyu ve anlayışı derinden hissederler.”
Ülke yurttaşlarının iyilikte, güzellikte, erdemde, doğrulukta ve hakikatte yarışması ve bu amaçta birleşmesi için “hürriyetler genişletilmelidir.”
Bu insanın maddi ve manevi gelişmesinin de temel şartıdır.
O, halde anayasalar yapılırken bir şahıs, zümre, grup çıkarları gözetilmeden demokratik, laik, hukukun ruhuna ve fiziki yapısına uygun yapılmalıdır. Dahası “hürriyetler” sınırlandırılmayı amaç edinmemeli, tam aksi genişletmeyi amaç edinmelidir.
Üzülerek ifade edeyim ki; insanlık tarihi düşünen insanı cezalandırmış, beşer (üreyen, beslenen ve ölen canlı) düzeyinde olan insanı değerli bulmuştur. Bu cezalandırmada Batı, engizisyonla kötü bir tarih yazmıştır. Ancak Batı medeniyeti bu hatasını erken görüp “aklı” hür kılma çabasına girmiştir. O, Akıl Çağını Rönesans’la beraber yeniden yaratmıştır. Akıl hür kılınınca “vicdan” da bu haktan yaralanmak istemiştir.
İslam ve Türk uygarlığı Miladi 750-1500 yılları arasında yarattığı Akıl Çağını yeniden yaşaması için aklı hapisten çıkartarak ona gereken değeri vermeli, hatasını ivedilikle telafi etmelidir. Aklı ve vicdanı hür kılmadan insan nasıl düşündüğünü, inandığını ve fikir ürettiğini ortaya koyabilir? İnsanın yaratılış yasası; onun düşünmesi, inanması ve fikir sahibi olması üzerinedir. Anayasalar insanın doğal yasasına uymalıdır.
Kur’an insanın hangi yetenek, tutum ve fiillerini değerli bulmaktadır: teakkülü /aklı kullanmayı, tefekkürü/düşünerek aklı yormayı, tezekkürü/sorgulamayı ve tedebbürü/hakikati düşünmeyi. İnsanın mevcut yeteneğine aykırı davrananları ise yermektedir.
Anayasalarda insanın hürriyetleri yazılı olsa da akletmeyenler, düşünmeyenler, vicdanını köreltenler, fikir ve söz sahibi olmayanlar ve hürriyetine sahip çıkmayanlar sadece kendisine değil insan soyuna da ihanet etmiş olur.
Ailede, okulda, camide, kışlada, sokakta daha çok da devletin seçilmiş ya da atanmış yönetim meclislerinde: “Aklı, vicdanı, fikri ve irfanı hür” kılma anlayışı zihniyet olarak yaşamalıdır. Dahası yaşatılmalıdır.
Selam olsun hürriyetini, haysiyetini ve şerefini koruyanlara….
Kaynakça:
Zübeyir Saltuklu, Vicdan. Fenomen yayıncılık Erzurum,2014.
Zübeyir Saltuklu, Farabi’de Siyaset ve Demokrasi, Fenomen yayıncılık, Erzurum, 2019.