Devletin temel yapısını, yönetim şeklini, temel organlarını, bunların birbiriyle olan ilişkilerini, kişilerin devlete karşı ödevlerini düzenleyen kanunlar anayasa adını alır. Anayasa Türkiye Cumhuriyeti’ni sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamış ve bu ilkeye uygun olarak temel haklar daha açık hale getirilmiştir (Bilge, 45, 46, 127). Dolaysıyla anayasa, vazedilecek kanunların temel ve çerçeve programı olmaktadır.
Kânun-ı Esâsî, Teşkilât-ı Esâsiye, Anayasa
Gerek Osmanlı Türk modernleşmesinin gerek haricî etkilerin ve gerekse iç dinamiklerin talebiyle ortaya çıkan Kanunlaştırma hareketleri, Kanûn-ı Esâsî ve Teşkilât-ı Esâsiye tamlamaları ile ifade edilegelirken nihai terminolojisini Anayasa kavramında bulmuş olup aynı zamanda Anayasa çalışmaları Osmanlıdan günümüze sancılı süreçlerle anılır olmuştur. Bu anlamda 1876 tarihinde yürürlüğe giren temel kanunun adı Kânun-ı Esâsî, 1921 ve 1924 tarihli temel kanunun adı Teşkîlât-ı Esâsiye olarak anılırken 1961 tarihi itibariyle Anayasa olarak anılmaya başlanmıştır. (https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1876-k%C3%A2n%C3%BBn-i-es%C3%A2s%C3%AE/).
Anayasa Kime Emanet?
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1961 ve 1980 tarihli son iki Anayasası’nın kurucu akılları Anayasanın yaslanacağı ve doğal olarak emanet bırakılacağı ontolojik zemin olarak ailevî bir kavram olan “Türk Evlatlarına” vurgu yapmıştır. Dolayısıyla kurucu akıl, hukukun geçerli ve etkili normlar bütününe dönüştürülebilmesi ve sürdürülebilmesi için Türk evlatlarının anayasayı emanet bilinci ile sahiplenmesine şu ifadelerle işaret etmiştir.
“Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder. https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/”
“TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur. 1982 anayasası (https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=2709&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5)”. Bu cümlelerde de görüleceği üzere iki anayasanın kurucu akıllarının çizmiş olduğu vizyonda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası kendisini herhangi bir sivil oluşuma, örgütsel yapılara, nüfuz merkezlerine, güç odaklarına veya yönetici sınıfın inhisarına değil bilakis “Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” ifadeleri ile sadece “Türk “evlatlarına” emanet etmiştir (https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/anayasa/).
Anayasa, Ontolojik Zemin ve Mahal
Herhangi bir şey, nesne, olay ve b/ilimin kuvveden fiile geçip vücut bulabilmesi ve böylece ontolojik zeminine kavuşabilmesi için bazı hususlara ihtiyaç duyulabilecektir. Bu anlamda hukuk, kanun veya modern anlamda bunların temelini teşkil eden anayasa; kendisini isteyen, benimseyen ve onu massedip özümseyen bir toplumsal zemine ihtiyaç duymaktadır. Yine bu toplumsal zeminin ruh kökünden, yüksek ideallerinden ve kök değerlerinden doğmuş siyasal bir aygıt olan devlet olgusunun tahakkuk etmesi gerekmektedir. Tüm bunlardan sonra doğal olarak hukukun kendisi bu anlamda anayasanın kendisi tekevvün edecektir. İşte bu zemin anayasanın telakki’l-kabule mazhar olacağı ontolojik zemindir. Malumdur ki hiçbir şey boşlukta yer tutamayacak kendisine bir mahal ve bir hayyiz arayacaktır. Fail kendisini kabul edecek bir varlığa ihtiyaç duyacaktır. Fail varsa münfail bir durum olan kâbil de olacaktır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1961 ve 1982) anayasası kendi ontolojik zeminini Türk toplumunun içerisinden Türk evlatlarında bulduğunu ifade etmiştir. Mevcut hale işaretle yetinmemiş gelecek nesillere perspektif sunmuş ve böylece varlığını Türk evlatlarının kalbine havale etmiştir. Farklı ifadeler de olsa iki anayasa ailevî kökenden türeyen evlat sözcüğüne işaret ederek “Türk evlatları” gerçekliğine işaret etmiştir.
Tekrar Aileyi Düşünmek
Anayasa ve Türk Evlatları arasındaki ilişki aynı zamanda Türk ailesi mevzusuna tekrar odaklanmayı gerekli kılar. Aile sadece cemiyetin en küçük bir birimi olarak sosyolojinin mevzusu olmayıp muhtelif kurumların da üzerinde hassasiyetle durduğu bir zemindir. Bu anlamda aile devlet tarafından da anayasal bir görev olarak koruma altına alınmıştır (https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.2709.pdf). Devletin sadece ilgi alanında değil aynı zamanda anayasal olarak korumakla mükellef olduğu ailenin mevcut durumu, geleceği ve bekası hakkında doğum oranlarının dünya ortalamasının altında kalması, evlenme ve evlenme akdinin sonlandırılması verileri devlet yetkililerinin tedirginliklerine medar olmuştur. Ailenin, içinde bulunduğu çöküntüye dair bu kaygı bizzat yetkililerince konuşmalarıyla itiraf ve ikrar edilmiş, rakamlarla ispat edilmiştir (Türkiye İstatistik Kurumunun doğum istatistikleri endişe vericidir. 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı 2023 yılında 1,51’e gerilemiştir. Mevcut durum ülkemiz için tolere edilebilir olmaktan çıkmıştır. En az 3 çocuk çağrımızın önemi bugün daha iyi anlaşılıyor. (https://x.com/MahinurOzdemir/status/1792627401068859499). Ayrıca ve özellikle sayın Cumhurbaşkanı tarafından da “Nesilden nesile aktarılan milli kültür ve değerlerimizin vasatı aile kurumudur. Beşerî, sosyal ve devlet hayatımızda yeri doldurulmaz olan aileye sahip çıkmak, insana, topluma, devlete ve milletin istikbaline sahip çıkmak demektir.
2025 Aile Yılı’nda, “Ailemiz, Geleceğimiz” inancıyla, aileyi koruyarak ve güçlendirerek Türkiye Yüzyıl’ını el birliğiyle inşa etmeye devam edeceğiz. (https://www.aileyili.gov.tr/kategoriler/cumhurbaskanimizin-mesaji/)” ifadeleriyle cansiperane bir çabaya konu edilmiş ve bir vizyon belgesi hazırlanmıştır.
Düzenli-Düzensiz Göçler, Hâkim Kültür-Alt Kültür ve Demografik Yapı
Üstte geçtiği üzere bizzat devlet erkinin ifadeleri ile endişeli bir kulvarda yol alan Türk ailesinin niceliksel ve niteliksel durumuna bir de düzenli ve düzensiz göçlerin olumsuz etkisi ilave edildiğinde demografik yapının “Türk Evlatları” aleyhindeki akışı gözden kaçmamaktadır. Buna dair yazılı ve görsel basında dile getirilen serzenişleri dikkate aldığımızda Anayasanın ontolojik zemini olan “Türk evlatlarının” oransal olarak gerilemesi anayasanın etkililiği, kabul edilebilirliği ve sürdürebilirliği açısından bir uyarı olarak algılanmalıdır.
Bir toplumun tarihin derinliklerinden akarak gelen ve binlerce yıldır inşa edilen benzer inanış, duyuş, algılayış, seziş, örf-adet ve gelenek-görenekleri toplumsal kabulleri ve refleksleri diri tutar. Böylece ortaya millî cârî ve hâkim kültür denilen belirleyici kültür organizasyonu çıkar. Zamanla hâkim kültür; korunmamak ve gerekli tedbirler alınmamak gibi gerekçelerle, düzenli ve düzensiz göçlerle ortaya çıkan alt kültürlerle karşı karşıya gelir. Bu yeni ve türedi alt kültürler kendi duyuş ve sezişlerini inşa ederek hâkim ve carî kültürle birbirini tamamlayıcı bir rol üstlenmek yerine hesaplaşmaya girebilir. İki kültür arasındaki ilişkinin belirli bir kıvamda ve itidalde tutulamaması durumu aynı zamanda cemiyet hayatının doğal akışında inkıtaa sebep olabilir. Sonradan dahil oldukları cemiyetle ilişkilerini mütecanis ve mütekamil tutucu olmak yerine sun’î bir ilişki tarzı üzerinden geliştirebilir. Bu demektir ki bozulan toplum zembereğinin ve aksayan sosyolojik bütünlüğün yeniden inşa edilmesi için sil baştan çalışılmalıdır.
Netice olarak kontrolsüz “göç” göç olmayıp Anayasanın emanet bırakılacağı ontolojik zemine tehdit olucu potansiyeli taşıyor demektir.
Sonuç
Görüleceği üzere her mesele bir başka mesele ile sebep sonuç ilişkisi üzerinden yol almakta, fikir başka bir fikirle münasebet halinde tebellür etmekte, siyasal olanın sosyal olanla, sosyal olanın hukukî olanla veya dinî olanın ekonomik olanla sıkı sıkıya ilişkisi olmaktadır. Ve bu anlamda Anayasa çalışmalarının Türk ailesi ve doğal olarak Türk Evlatlarının niceliksel ve niteliksel durumu ile derinden bir bağı olduğu sonucu netliğe kavuşmuş olmaktadır.