Hem dünya hem de ülkemiz giderek artan nispette hiddet, şiddet ve nefret sarmalı ile kuşatılmakta. Canı ağzında, öfkesi burnunda kalabalıklar; “pire için yorgan yakmayı”, “bir bardak suda fırtına koparmayı” “saman alevi gibi birden parlayıp sönmeyi” bir yaşama biçimi hâline dönüştürmekte.
Sevgi ve bağışlayıcılık yerine nefret ve kinle yoğrulan, sıklıkla asabileşen, kolaylıkla şiddete başvuran nesiller giderek aslından uzaklaşmakta. İnsanoğlu gün günden kendi hakikatinden kopmakta.
Bu ölçekteki gergin ortamda vuku bulan her türlü elim hadisat; basın ve yayın organları vasıtasıyla kamuoyuyla buluşmakta, sıcağı sıcağına kitlelerle paylaşılmakta. Bu dağılma ile yayılan olumsuz etki siyah bulutlar gibi tepemizde dolaşmakta. Öfkenin öfkeyi doğurma, kavganın kavgayı kızıştırma, hiddetin şiddete davetiye çıkarma refleksleri; boşalan enerji misali açığa çıkmakta. Ses dalgaları gibi toplumun hücrelerinde yankı bulmakta, suya atılan taş gibi durgun zerreleri kımıldatmakta.
“Yangına körükle gidilen” bu arenada nefislerin kıyısında köşesinde uykuya yatmış fesat tohumları kabuğunu çatlatmakta, gizlide kalmış kem niyetler ortaya dökülmekte, üstü örtülü uğursuz emeller su yüzüne vurmakta. Evet, vahşet vahşeti, musibet musibeti doğurmakta… Zira iyilik gibi kötülük de saridir, yani bulaşıcıdır. İnsanın kötüye meyletmesinde bu gözü kara, gönlü kara çılgın atmosfer teşvik edici rol oynamakta.
Sanki Pompei’nin felaket öncesindeki azgınlığı, sanki Sodom ve Gomore’nin dehşet evvelindeki yozluğu yer kürede bir baştan bir başa hükümferma olmakta.
İnsanlık doğusuyla batısıyla bir çıkmazın zembereğinde, bir akıl tutulmasının seyrinde yol almakta. Kendi fıtratına ihanet etme, yaradılış kanunlarına ters düşme, tabiatın hükümlerine karşı durma adına hamle üstüne hamle yapmakta. Ayağının altına serilmiş bir imkânlar manzumesi olan bu gezegeni, bir tasarım mucizesi olan bu âlemi, iyi kurulmuş bir denklem olan bu arenayı yanlış hesaplar, sorumsuz çıkışlar, basiretsiz planlar sonucunda zarara uğratmakta. Kısa vadeli menfaatler peşinde koşmak, büyük resme nispet küçük hedefler koymak yoluyla kendi ufuklarını bizzat kendi eliyle karartmakta, kendi yarınlarını kendi eliyle kıyıma uğratmakta.
Aynı geminin yolcusu olan bütün dünyalılar gibi her bir fert de bu gidişattan hissesine düşeni almakta.
Her ne kadar görünen köy kılavuz istemese de Devlet istatistik Enstitüsü verileri adi suçların yıllara göre dağılımında hatırı sayılır bir tırmanışın söz konusu olduğunu dile getirmekte. Ülke genelinde çocuk ve kadın cinayetleri ile diğer adi suçlarda bir patlama yaşanmakta. Cezaevlerine giren hükümlü ve tutuklu sayısı yekûnu gün günden kabarmakta. Hızla değişen gündemin çabucak geçilen maddeleri arasındaki mazlumlar, yani koruyamadıklarımız, kurda kuşa yem ettiklerimiz işin başında çok konuşulup yazılsa da bir müddet sonra nisyanın bağrına düşmekte. Tez zamanda hafızaların görünmez kuytularına itilmekte. Bir kahır deryası ve bir bela furyası hâlinde konumlanmış olan zulüm sahneleri hızlı bir tempoyla çarçabuk değişip zaman aşımına uğramakta.
Zira her geçen gün cinayet, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık ve tasallut suçlarına yenileri eklendiğinden bir önceki günün haile meşheri takvimin düşen yaprakları arasına karışmakta. Dönen akrep ve yelkovanla beraber eklenen her zaman kesiti, dünya defterine yeni gaile desteleri, sıcak felaket listeleri, turfanda facia besteleri ilave etmekte. Mağdurlar; ırzları, canları, malları ile bedel öderken, toplumun üzerine bu cins havadislerin ağırlığıyla bir ümitsizlik ve güvensizlik bulutu çökmekte. İnsana duyulan inanç, hayata olan güven ağır darbeler almakta. Ümit ve teselli limanlarına demir atarak hafiflemeye çalışmak ham hayal hükmünü almakta. Herkesin herkese potansiyel suçlu, saklı günahkâr, sinsi bezirgân gözüyle baktığı bir âlemde değerler manzumesinde toplu bir kırım yaşanmakta…
Böyle bir tablo önümüze düşmüşken, binlerce yılın tecrübesinin bizleri getirdiği nokta bu iken burada “bu konuma nasıl gelindi, nerede yanlış yaptık” diye durup da düşünmek, tedbir paketleri ile topluma çekidüzen vermek zamanı geldi de geçmekte.
Herkes bilir ki, böylesi bir fotoğrafı değiştirmek hiçbir şekilde kolay ve ucuz reçetelerle mümkün olabilecek gibi değildir. Ama yine de bazı küçük adımlar atılarak, bazı farkındalık çalışmaları yapılarak suların akışı yavaş yavaş da olsa tersine çevrilebilir. Böyle bir iradeyi ortaya koymak, böyle bir niyetle yola çıkmak bile bir şeydir.
Kişilik eğitimi, nefis terbiyesi, irade eğitimi, öfke kontrolü gibi bahisler kitle iletişim araçları vasıtasıyla işlenmeli, televizyonlarda bu kabil eğitici programlara sıklıkla yer verilmelidir.
Anne babalar, öğretmenler, kültür ve sanat adamları, liderler, sivil toplum kuruluşları, devlet mekanizmaları, medya mensupları bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalıdır. İyiye prim verip iyinin alıcısı olmak, kötüye karşı çıkarak tavır almak, tepki vermek, seçici ve uyanık olmak, yıkıcı olanın rağbet etmemek ilk etapta uygulama alanına konulabilir. Ekonomik nizam arz talep dengeleri üzerine kurulu olduğundan böylesi bir protest tavır işe yarayacaktır. Hayat planında sosyal kontrolün önemli bir ayağı olan aile içi etkileşim, akrabalık, komşuluk, arkadaşlık ve dostluk gibi insani bağlılıklar daha canlı ve tatminkâr boyutlarda yaşanabilir. Bu ilişkiler ağı insanın boşluğa düşmesine, zorlu dönemleri kolay atlatmasına, kendi kendini tüketmesine bir ölçüde mani olabilir. Yeter ki şiddetle aramıza mesafe koymak bahsini bir mesele olarak önümüze düşürüp üzerinde düşünmeye başlayalım.
Medya, bir ticari sektör olmak anlayışıyla değil; bir toplum mühendisliği anlayışıyla hareket etmelidir. Basın yayın organlarındaki şiddet konulu haberlere bir kısıtlama getirilebilir. Ayrıca senaryo dahil her türlü sanatsal üründeki şiddet unsurları denetlenebilir. Filmlerde ve televizyon dizilerinde bilhassa bir güç sembolü olarak takdim edilen ana kahramanın adam öldürmesi, yaralaması ve kanunsuz işlere karışmasının toplumsal bağlamda bir teşvik unsuru niteliği taşıdığı açıktır.
Toplumda zayıf akıllı, zayıf iradeli, zayıf kişilikli, ruhen zedelenmiş, ahlaken düşkün, suç işlemeye meyilli insanların sayısı önemli bir yekûn tutmaktadır. Bu yolla bu önemli yekûnun önüne rol modeller konulmaktadır. Ayrıca çocuklar ve gençler; kaba da olsa gücü elinde tutan isimlerin fikir ve eylemlerine özenmekte, onlardan ilham almaktadırlar. O hâlde başta medya olmak üzere her çeşit yazılı ve görsel malzemenin insani boyutlar, ahlaki değerler ile sosyo-psikolojik, ve sosyo-ekonomik yapılar gözetilerek üretilmesi beklenebilir. Zira günümüzde, her çeşit tahripkar unsurun modernleşme, çağdaşlaşma gibi şık kalıplar içinde sindirile sindirile kitlelelerin bünyesine yedirilmesi söz konusudur. İnsani ve toplumsal kalkınmışlığa hizmet etmesi beklenen medyanın; medeniyetimizin kurucu değerlerini esas alan yayınlar yapmasını beklemenin bir insani vecibe olduğu söylenebilir.
Kainatı ve insanı; Yaradan’dan dolayı sevgiyle kucaklayan irfan geleneği; bizim kültürel kodlarımızın ana mihveridir. Bu geleneksel yapıyı güncelleme; hiddet, şiddet ve nefret söylem ve eylemlerine karşı delinmez bir zırha bürünmemiz, sağlam bir kaleye sığınmamız manasına gelecektir.