Can, kimseye ihtiyaç duymadan nefes alıp verebilir. Aslında ilk nefes dışa bağımlılığın yoludur. Bedenin ve ruhun merkezi olarak beyin vücutta en iyi korunan organdır. Ve beyin, insanı insan yapan en temel organdır. Sinir sisteminin felç edilmesi yoluyla canın etkisiz hale getirilmesi… Beyninizin suda yüzdüğünü unutmayın.
İnsan beyni, üstün üst denge halini koruma mecburiyeti hisseder. Buna bilinçli koruma güdüsü denmiştir. İrade-ruh ilişkisinin belirleyiciliği burada kendini gösterir. Bir insanın canlı kalabilmesi için içteki dengeler olağanüstü bir şekilde korunmalı ve devamlılığı sağlanmalıdır. Ancak irademiz dışında canlılığımızı devam ettiren görevleri beynin yerine getirdiğini unutmamalıyız.
Üst katman insani özellikleri, irade-ruh (can) görevlerin gerçekleştiği yerdir. İnsanın ruhsal yapısını ilgilendiren ve psikolojik yapısını belirleyen birtakım psikiyatrik klinik tabloların oluşmasına neden olan beynin kısmıdır. Gliadan (afferent, efferent) uzun uzadıya bahsetmeyeceğiz. Elektirik tedavisi veya elektrik verilerek yapılan idamlar, öldürmeler… dürtü bozukluğu iradeyle ilgili çünkü. İrade ise bireyin onaylamadığı içsel dürtülere karşı durabilme yeteneğidir. İçsel dürtülerin onu yönetmesine izin vermeyen ve dürtüler üzerinde hâkimiyet kurabilen yapı irade gücüdür. Çünkü canın bir anlamı insanın kendi varlığı, özüydü.
Canın bir diğer anlamı olan insanın duygularını taşıyan iç âlemi, duygulanımla ilgilidir. Bunun şiddet derecesi belirleyicidir. Hadiselere eşlik etmede duygulanım ton etkilidir ve biyolojik yapıyla çok yakından ilişkilidir. Şiddet derecesine göre ahlak, nefs, tasavvuf, karakter çeşitlerini ortaya çıkartır. Aşk, sevgi, zalim, tâğut, şeytan, nefs, cennet-cehennem psikolojisi, kötülük, salah-aslah, husn-kubh, ahlak-ı hamide, ahlak-ı seyyie belli ki buradan kaynaklanır. Hikmet-şecaat-iffet bir de bunların dördüncüsü erdem aynı zamanda hukukun psikolojik yönü ve nedeni olan adalet duygusunun membaıdır.
Beynin ruhsal bileşenlerinden; acının, zevkin, korkunun ve endişenin her birinin bir şiddet derecesinin söz konusu olduğu bileşen duygulanımdır. Dürtü ise yaşamsal arzuları niteler. Dürtünün haz ve gerilim gelgitlerine girmeyeceğiz. Yaşamsal dürtüler; yeme-içme, çalışma, düşünme, cinsellik gibi enerji kimyasallarıdır. Dürtünün hedef nesnesi vardır. Saldırganlık dürtüleri ise bunlar elde edilemeyince ortaya çıkar. O engeli ortadan kaldırmak, yok etmek, tahrip etmek veya öldürmek bu dürtünün temel amacıdır. Yapay Zekâ ve İslam adlı kitapta insanın öldürme arzusuyla ilgili Niyazi Kahveci’den nakille anlatmaya çalıştığımız “araform insan” yapısı ile ilgili dile getirdiklerimiz oradan okunabilir: İnsan kendi türünü neden öldürür? İnsan neden öldürür?
İslâm’da iman esaslarını düşündüğümüzde tevhidin çeşitleri vardır. İmanda tevhit denildiğinde
- Allah’ın zâtında tevhit
- Allah’ın sıfatlarında tevhit
- Allah’ın fiillerinde tevhit anlaşılır.
Allah’ın sıfatlarında tevhit denilince hayat sıfatı diri olmak anlamına gelir. Hayat insan için düşünüldüğünde sonradan edinilen, varlığı başkasından olan, devamı belli şartlara ihtiyaç hissettiren ve sonu olan bir sıfattır. Allah için düşünüldüğünde ise varlığının başlangıcı olmayan, varlığı başkasından olmayan, devamı için hiçbir şarta muhtaç bulunmayan ve sonlu olmayan bir sıfattır.
İlim (bilici olmak) ise insan için düşünüldüğünde sonradan kazanılan, elde edilmesi öğrenim gibi sebeplere bağlı bulunan, sınırlı olan ve insanın ölümüyle son bulan bir sıfattır. Allah için düşünüldüğünde ise varlığının başlangıcı olmayan, varlığı kendinden olup başka sebeplere bağlı bulunmayan, sınırlı olmayan ve hiçbir şekilde son bulup yok olmayan bir sıfattır. Bilmek zihnin fonksiyonudur. İnanmak ise zihni fonksiyona iradenin katılmasıdır. Bilgi ve sevginin bir araya gelmesinden iman doğar.
Allah’ın zât ve sıfatları hakkında uzun uzun açıklamalarda bulunacak değiliz. Ancak Allah’ın zâtını idrâk etmemiz mümkün değildir. O bize kendisi bizim zannımızca hissettirebilir ya da onu, biz kendi zannımız üzere düşünebiliriz hadis-i kudsinin bize bildirdiğine göre. Yine de bu şekilde demeliyiz:
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَۚ (es-Saffât, 37/180). Tavsif ile vasıflandırmak.
Sıfat, Allah’ın zatına nispet edilen mana ve kavram demektir. Bu sıfatları müspet cümlelerle ifade edebildiğimiz gibi menfi cümlelerle de ifade edebiliriz. Allah’a “kemal” ifade eden kavramları Allah’a nispet etmek olumlu cümle; “noksan” ifade eden kavramları O’ndan uzaklaştırmak için olumsuz cümle ile söylemek gerekir. O nedenle Allah’ın şanına yakışmayan, acz ve eksiklik ifade eden, yaratılmışlık özelliği taşıyan ve bu sebeple de O’ndan nefyedilmesi (tenzih) gereken sıfatlara selbî sıfatlar denilmiştir.
Varlığının başlangıcı olmamak, sonu olmamak, varlığında başkasına muhtaç olmamak (kıyâm bi nefsihi yani diri olmasında asla başka bir varlığa muhtaç değildir.), şeriki yoktur ve yaratılmışlara benzemez. Sübutî sıfatları ise en başta hayat ile başlar. Ebedi hayatla diridir. Onun hiçbir sıfatı, hadis ve mümkün olan varlıklara benzemez. Ruh, cansa; enfüs ya da nefis ruh olarak açıklanıyorsa o zaman ruh ile can arasını ayırmak doğru olacak mıdır? Ölüm, canlılığın bitmesi ise ruh canlılığın devamını niteler mi? burada kilitlenelim şu ayetlerin incelenmesini salık vererek konuyu kapatalım:
فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فٖيهِ مِنْ رُوحٖي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدٖينَ (el-Hicr, 15/29),
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِؕ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖي وَمَٓا اُو۫تٖيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَلٖيلاً (el-İsra, 85)
“Sözlükte ruh “can, nefes, güç” gibi anlamlara gelir. Terim olarak çoğunlukla “bedenin zıddı olan, yani insanın mânevî cevherini ve özünü oluşturan, onu insan yapan ve diğer bütün varlıklardan ayrı olmasını sağlayan soyut varlık” olarak anlaşılmıştır. Özellikle ilk dönemlerin kelâm âlimleri arasında ruhu “latîf bir cisim” şeklinde tanımlayanlar da olmuştur.
Kelimenin Kur’an’da başlıca üç anlamda kullanıldığı söylenebilir: 1. Cebrâil anlamında (Bakara 2/87; Meryem 19/17; Şuarâ 26/193; Meâric 70/4; Kadr 97/4); 2. Vahiy anlamında (Nahl 16/2; Mü’min 40/15; Şûrâ 42/52); 3. Canlılarda hayat kaynağı olan güç, özellikle insanın mânevî cevheri ve özü anlamında (İsrâ 17/85; Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12).
Âyetteki ruh kelimesini “Cebrâil, bu ismi taşıyan özel bir melek, Îsâ, vahiy, Kur’an, yaratılış” gibi değişik şekillerde yorumlayanlar olmuşsa da müfessirlerin büyük çoğunluğu buradaki ruhu, “insanı canlı varlık yapan, bedeni yöneten mânevî cevher” olarak açıklamışlardır.
Şevkânî, ruhun insanı insan yapan asıl ve öz varlık olduğunu; bir şeyin aslını ve özünü bilmek onun hallerini, niteliklerini bilmekten daha önemli olduğu için, soru sahiplerinin insan hakkında bilgi almak istemeleri sebebiyle sorularını ruh konusunda sorduklarını belirtir. Daha çok felsefe, kelâm ve ahlâk kitaplarında bu anlamdaki ruh için nefis kelimesi de kullanılmıştır.
Bütün Müslümanlar bu anlamda bir ruhun varlığına inanmakla birlikte İslâm bilgin ve düşünürleri ruhun mahiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürmüşler; bazı kelâm âlimleri ruhu hava gibi “latîf bir cisim” kabul ederken başta filozoflar olmak üzere büyük çoğunluk, ruhun maddeden ve maddî niteliklerden bağımsız gerçek bir varlık olduğunu; her insanın, kendine özgü ferdiyeti olan bir ruhu bulunduğunu ve bireysel sorumluluğunun böyle bir bağımsız ruha sahip bulunmasının sonucu olduğunu belirtmişlerdir (ayrıca bk. Nisâ 4/1, 171).
İslâm düşünce tarihinde ruhun gerçek bir varlık olduğunu kanıtlamak üzere çeşitli deliller ileri sürülmüş olup başlıca şunlardır:
1. İnsanın bedeni değişmekte, gelişmekte, başkalaşmaktadır; halbuki onun kişiliği daima aynı kalmaktadır. Bu değişmeyen kişilik ruhun varlığının dışa yansımasıdır.
2. Herkes, insanın ahlâkî, hukukî yönden sorumluluğunu kabul eder. Eğer ruh olmasaydı sorumluluktan söz etmek anlamsız olurdu. Nitekim ruh taşımayan nesneler için böyle bir şey söz konusu edilmez. Şu hâlde bizim ahlâkî ve hukukî kişiliğimizi oluşturan varlığımız bize ait ruhumuzdur.
3. İnsandaki bilinç, irade, seçme özgürlüğü gibi yetenek ve kapasitelerin bedene ait özellikler olmadığı açıktır. Bu yeteneklere sahip olan ve bunlarla bedeni hareket ettiren, durduran vb. işlevleri gerçekleştiren güç ruhtur.
4. İnsanın sırf maddî ve bedensel varlığı açısından bakıldığında kendisinden çok daha güçlü olan varlıklardan daha üstün olmasını sağlayan da akıl, zihin, muhâkeme, irade, seçme ve karar verme özgürlüğü gibi ruha ait yeteneklerdir.
5. Ölüm olayının gerçekleşmesinden önce ortada gerçek bir insan varken ölümle birlikte artık cesedin insan olarak varlığının son bulduğunu herkes kabul eder; bunun da sebebi ruhun bedeni terketmiş olmasıdır.
Bu tespitlere rağmen ruhun varlığını bilimsel ölçülerle kanıtlamak ve mahiyetini tam olarak kavramak bugüne kadar mümkün olmamıştır. Nitekim âyette de ruh konusunda insanlara pek az bilgi verildiği belirtilmiştir. İnsana pek az bilgi verildiği ifadesini genel anlamda yorumlayarak, “Bütün insanlara her konuda az bir bilgi verildi” şeklinde açıklayanlar da vardır (bk. Taberî, XV, 157; Kurtubî, X, 331). Çünkü Allah’ın sınırsız ilmi dikkate alındığında insanın bilgisi daima az ve sınırlıdır (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 516-518).”
Çeşitli ayetlerdeki kullanılış şeklinden anlaşıldığına göre ruh, canlıların hayatiyetini sağlayan şey, bedenden ayrı ruh diye bir cevherin bulunduğu olarak yorumlanmıştır. Üflenen ise Allah’ın zatının bir cüzü değildir. Hadislerde ruh yerine nefis veya neşeme kelimeleri kullanılmıştır. Ana rahmindeki cenine melek tarafından ruh üflendiği, ölüm anında ise ruhunun alındığı haber verilmiştir. Ruh umumi ve küllî bir kavram, nefs ise ruhun genelde her bir canlıya, özel olarak da insana tekabül eden cüzü anlamında düşünülebilir. Kısasta sizin için hayat vardır. İnsanın, insanlaşması cezada ne ile mümkündür? O zaman hukukçu bedenle ilgilenmektedir. Bedenin canlılığını ve yaşamsal yeteneğini kaybetmesiyle.
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ فٖيهِۚ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْؕ كَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِرٖينَ
(el-Bakara, 2/191-192)