Dünya, artık sessiz bir fısıltıyla değil, hırıltılı bir çığlıkla konuşuyor. Kuzey Kutbu’nda eriyen her buzul, Antarktika’dan kopan her buzdağı, sadece bir buz kütlesi değil; insanlığın kendi kendine hazırladığı felaketin simgesi. Ormanlar yanarken çıkan duman, o masum ağaçların son nefesi değil, bizim geleceğimizi saran bir kefen. Okyanusların yükselmesi, suların altında kalan adalar ve şehirler, birer coğrafi değişim değil, insan eliyle yazılan bir trajedi senaryosunun sayfaları.
Asıl ironi, insanlığın kendisini “medeni” olarak adlandırması. Sanayi devrimiyle birlikte kendimize bir konfor alanı yaratırken, aslında dünyayı bir felaket alanına dönüştürdük. Tüketim fetişimiz, yeni bir din haline geldi. Her yeni araba, her yeni giysi, her yeni teknolojik aygıt, sadece birer eşya değil; dünyanın ciğerine saplanan birer bıçak. Bu, sadece bir çevre sorunu değil, insanlık onurunun ve vicdanının da tükendiğinin bir göstergesi.
Peki, bu girdapta neyi yanlış yaptık? Belki de en büyük yanlışımız, kendimizi doğanın bir parçası olarak değil, doğanın efendisi olarak görmemizdi. Bu kibir, bizi kendimizi ve gezegeni yok etmeye yöneltti. “Dünya, insanın ihtiyaçlarını karşılayacak kadar zengindir; ama hırsını karşılayacak kadar değil.” Diyen Mahatma Gandhi’nin sözü, bu sorunun özünü çok iyi açıklıyor. Bu, aynı zamanda kadim inançların bize hatırlattığı bir gerçektir: Biz doğanın bir bekçisiyiz, sahibi değil. İslam’da “hilafet” kavramı, insana yeryüzünün halifesi, yani emanetçisi olma sorumluluğunu yükler. Hristiyanlıkta, Yaratılış kitabında insanın bahçeyi işleyip onu koruması emredilir. Bu kadim sözleşmeyi unuttuk ve emanete ihanet ettik.
Peki gelecek nesilleri ne bekliyor??? Buzulların erimesiyle deniz seviyesinin yükselmesi, 2050 yılına kadar milyonlarca insanı yerinden edecek. İklim mültecileri, yeni bir insanlık trajedisi olarak kapımızda bekliyor. Tatlı su kaynaklarının azalması, sadece kuraklık değil, aynı zamanda küresel çatışmaların da tetikleyicisi olacak. Bir zamanlar bilim kurgu filmi olarak izlediğimiz, Kevin Costner’ın okyanuslarla kaplı bir dünyada hayatta kalma mücadelesini verdiği “Waterworld” senaryosu, ne yazık ki distopik bir eğlence olmaktan çıkıp, giderek daha olası bir geleceğin fragmanı haline geliyor. Mavi gezegenin değerli tatlı su kaynakları için verilecek mücadeleler, belki de tarihin en kanlı savaşlarına dönüşecek. Gelecek, bilim kurgu filmlerindeki distopik sahneler gibi değil, bizim bugünkü kayıtsızlığımızdan beslenen gerçek bir kabus olarak şekilleniyor.
Bu süreci bertaraf etmek için, her birimizin sorumluluk alması gerekiyor. Bu, sadece “daha az tüketmek” gibi basit bir sloganla özetlenemez; köklü bir zihniyet devrimi gerektirir. Bireysel olarak aldığımız her ürünün karbon ayak izini düşünmeli, yerel üreticileri destekleyerek nakliye kaynaklı emisyonları azaltmalıyız. Ambalajsız ürünleri tercih ederek plastik atıklarını en aza indirmek ve evlerimizde enerji tasarruflu cihazlar kullanmak, atılacak somut adımlardır.
Ancak bireysel çabalar tek başına yeterli değil. Şirketler, sadece kâr maksimizasyonunu değil, aynı zamanda çevresel ve sosyal sorumluluklarını da merkeze almalı; yeşil teknolojilere yatırım yapmalı ve atık yönetimi konusunda öncü olmalı. Hükümetler ise Paris Anlaşması gibi uluslararası taahhütleri ciddiye almalı ve sera gazı emisyonlarını azaltmak için radikal kararlar almaktan çekinmemeli. Fosil yakıt sübvansiyonları sonlandırılmalı ve yenilenebilir enerjiye geçiş hızlandırılmalı.
Son olarak, bu sorunu sadece ekonomik bir problem değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir zorunluluk olarak görmeliyiz. Doğaya bir kaynak olarak değil, yaşamsal bir ortak olarak bakmalıyız. Tüketim kültürünün getirdiği anlamsız boşluğu, doğayla yeniden kuracağımız anlamlı bir bağ ile doldurabiliriz. Unutmayalım ki, bu mücadele sadece gezegeni kurtarma mücadelesi değil, aynı zamanda kendi insanlığımızı, vicdanımızı ve onurumuzu yeniden kazanma mücadelesidir. Dünyanın ateşi yükselirken, bizim kayıtsızlığımızdan vazgeçip, aklın ve bilimin ışığında hareket etme vaktimiz geldi de geçiyor bile. Aksi takdirde, tarihin sayfalarında, kendi evini ateşe veren bir medeniyet olarak anılmaktan kurtulamayacağız.