Sadece yolu düşenlerin geçtiği, geçenlerin bile dikkat etmediği topraklardaydı. Sıcağın yorduğu bir yaz günüydü. Güneş batmak üzereydi. Karşısında tüm heybetiyle kocaman duran tepeye baktı. Güneş ışıkları enerji dolu sarıdan veda kızlına evirilmeye başlamış, tepeye vuruyordu şimdi. Rüzgâr derinlerden gelen bir uğultuyla, sararmış otları ve hemen yanı başında duran ağacın yapraklarını yalıyordu. Yerde tuğla büyüklüğünde gelişigüzel, küme küme öbeklenmiş taşların arasından geçen rüzgâr, heybetli tepeye doğru yine derinden gelen bir uğultuyla koşuşturuyordu. Tatlı sıcak havanın içinde, serinleten rüzgârdaki dağ kekiği kokusunu içine çekti. Ellerini kaldırdı. Parmaklarına baktı. Kıpkırmızı, sıcak sıvı ellerinden yere damlıyordu.
Hikâyenin sonu böyleydi. Peki, buraya nasıl gelmişti? Tüm bunlar nasıl olmuştu? Şimdi hikayenin başına dönelim, her şeyin başladığı soğukça bir Ankara gününe..
Başkentin kesici soğuğunda pırıl pırıl bir gündü. Arabasını park etmek için sıkışık sokaklarda, arabaların arasındaki boşlukları umutla arayan gözlerle, ağır ağır ilerliyordu. İşte park için bir boşluk bulmuştu. Arabasını kumandayla kilitlerken, gözlerindeki endişenin yerini ufak bir sevinç almıştı. İlk kez konferans verecekti bu salonda. Hızlı adımlarla Ankara soğuğunda kalabalık bir caddeyi adımlıyordu. Saatine baktı. Daha epey vakti vardı. İyi bir park yeri ve zamanın rahatlığıyla yürümeye devam etti.
Aktif bir felsefe topluluğunun organizasyonunda bir konuşma yapacaktı. Konuşmanın konusu kendi uzmanlık alanı olan yapay zekâ üzerineydi. Böylesi güncel bir konuyu teknik detayına girmeden, nasıl çalıştığı, neler yapabildiği ve neler yapabileceği gibi başlıklarla, felsefe odağında oraya gelmiş, öğrenmeye açık zihinlere anlatmaya çalışacaktı. Gelecek kitle hakkında bunun dışında bir bilgisi yoktu. Daha önce nice konuşmalar yapmıştı. Değişik mecralarda, farklı farklı insanlara konuşmanın zorluğunun, aslında öğrenmek ve gelişmek için çok iyi bir fırsat olduğunun bilincindeydi. Felsefe topluluğu yönetiminde yer alan, tanındık ve sevdiği bir üniversite profesörü davet etmişti kendisini. Topluluğun diğer kurucu üyeleriyle ise ilk kez tanışacaktı.
Havanın soğuğundan konuşmanın yapılacağı mekânın sıcaklığına girdi. Konuşmasına yarım saatten fazla vardı. Kendisini davet eden hoca az ilerde oturmuş çayını yudumluyordu. Göz göze gelir gelmez hoca ayağa kalkıp hemen yanına geldi. Merhabalaştıktan sonra diğer topluluk kurucularının yanına geçtiler. Konu çok günceldi. Hoş bir sohbet başladı. Kendisine uzmanı olduğu bu konudan sorular sordular. Fikirler paylaşıldı, sohbet sohbeti açtı. Konuşmasının zamanı geldi.
Dinleyicilerin karşısında yerini aldı. Bir sandalye ve önünde bir sehpa vardı. Sehpa üzerinde sunumunun olduğu bir dizüstü bilgisayar duruyordu. Sandalyeye oturdu. Hemen arkasında duvara yansıtılmış sunumunun ilk görseli vardı. Sunumu yaklaşık altmış görselden oluşuyordu. Nazik davetleri için felsefe topluluğuna ve zaman ayırıp oraya gelen dinleyicilere teşekkür etti. Ardından konuşmasına başladı.
Konuşmanın hemen başlarında, karşısında seçkin bir kitle olduğunu fark etti. İlgiyle ve düşünerek izleyen gözlerdi bunlar. Yılların verdiği deneyimle, bunu hemen anlardı zaten. Meraklı ve düşünmeyi seven zihinler dinlemeyi bilirdi. Ve böylesi zihinler ilgiyle izleyen gözlerde parıldardı.
Bir akademisyen olarak, yurt içi yurt dışı çeşitli üniversitelerde, uluslararası büyük organizasyonlarda, devlet kurumlarında, özel sektör kuruluşlarında, okullarda, çeşitli derneklerin ya da vakıfların organizasyonlarında olmak üzere, çok farklı alanlardan insanlara çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süredir konuşmalar yapıyordu. Konuşmasını yaparken, perdeye yansıyan sunumunun görsellerine çok nadir bakardı. Sadece görsellerde göstermesi gereken önemli noktalar olduğunda, dinleyicilere işaret etmek için yansılara dönerdi. Konuşması sırasında bir yandan dinleyici kitlesindeki herkesi izlerdi. Kimseyle çok uzun göz teması kurmazdı. Ama kısa süren bu göz buluşmalarında da, her dinleyicinin gözünün içine bakardı. Konuşmasının tonu, hızı, espri dengesi gibi unsurlarını her zaman, kendisini izleyen gözlere göre ayarlardı.
Seçkin bir topluluğa konuşma yapmak büyük mutluluktu. Salondaki herkes ama en çok da kendisi mutlaka öğrenerek ayrılırdı böylesi etkinliklerden. Toplulukta dikkatini ilk çeken, hemen ön sıralarda yan yana oturan iki hanımefendiydi. Biri on yaşlarında bir kız çocuğu, diğeri yetmiş yaşlarında bir kadındı. Salonun yaş dağılımı bu iki değer arasındaydı.
Konuşma sonrası konuyu irdeleyen, ilerleten ve derinleştiren harika sorular soruldu kendisine. Ve karşılıklı sohbet eşliğinde güzel bir tartışma ortamı oldu. Felsefe ve sanata ilgi duyan insanların arasında olmanın ayrıcalıklarından biriydi bu.
Etkinliğin bittiği, kendisini davet eden hoca tarafından hoş bir kapanış konuşmayla duyurulduktan sonra, topluluk hemen dağılmadı. Birçok kişi yanına geldi. Teşekkür etti, sorular sordu, fikirlerini paylaştı. Konuşmaların ardından olan bu sohbetler deyim yerindeyse, vişneli ekmek kadayıfı üstüne konulan kaymak gibiydi. Konuşma sırasında dikkatini çeken, zeki bakışlara sahip kız çocuğu da, hemen yanında oturan zarafet dolu hanımefendi de, konuşma bittikten sonra yanına gelenler arasındaydı. Anladı ki hanımefendiler orada tanışmışlardı. Yani büyük anne ve torun değillerdi.
Öğrenme heyecanıyla dolu bir zihin yaş tanımıyordu. İnsan seçmiyordu. Konuşmasını bu kadar yaş farkı olan insanların dinleyebiliyor olmasına çok sevindi. Bu kadar farklı yaş gruplarına aynı konuşmada hitap edebilmek, ortak bir dil tutturabilmek iyi aktarabilmenin önemli göstergelerinden biriydi. Aynı zamanda aktaranın da konuyu özümsediğini belirtirdi. Bilimin ışığı yolunda ilerlemiş, kıymetli hocalarından böyle görmüş, böyle öğrenmişti. Bir konuyu herkese basitçe ifade edemiyorsanız, siz de o konuyu öğrenememişsiniz demekti.
Önce küçük hanım sorusunu sordu. Tatlı sesinde tane tane dökülen kelimelerle, çocuk içtenliğinde gelen harika bir soruydu; “Arkadaşım ameliyat oldu geçenlerde. Çok korkuyordu ameliyat öncesi. Ama ameliyatı yapacak doktorlar onu sakinleştirdiler. Arkadaşımla çok güzel konuşup onun korkmamasını sağladılar. Peki, ileride yapay zekâ böyle ameliyatları yaptığında, bu insani iletişimi kurabilecek mi?” Bu sorunun içtenliği, hassaslığı, derinliği, farkındalığı karşısında mutlu oldu, samimice gülümsedi. Geleceğe bir umut çiçeği olan, bu akıllı hanımefendinin sorusunu dikkatlice dinledikten sonra, yanıtını verdi.
Küçük hanımefendinin sorusu, bir başka minik yüreğin Sunay Akın’a yönelttiği bir soruyu hatırlatmıştı. Sunay Akın denizlerde yaşanan, anlam dolu hikâyeleri anlattığı bir gösterisinin ardından, bir çocuğun şu muhteşem soruyla karşılaşmıştı: “Sunay amca, gemiler denizde battığında, denizin canı acıyor mu?”
Çocukların bakış açıları ne kadar güzeldi. Keşke yetişkinler bu bakış açısını hiç kaybetmeseler diye düşündü. Babam ve Oğlum filminde Deniz babasına soruyordu ya hani: “İnsan büyüyünce, hayalleri küçülür mü baba?” diye. Ne yazık ki bu sorunun yanıtı çoğu yetişkin için buruk bir evetti. Zaten filmde de Deniz’in babası Sadık, bu soruya cevap veremiyor ve iç çekerek başını öne eğiyordu.
Saygın bir üniversitenin, kıymetli bir bölümünde profesör olarak görev yapmasına karşın, ortaokullara ve liselere de giderek konuşmalar yapmaktan büyük keyif alırdı. Böylesi okulların farkındalığı yüksek, ışık saçan öğretmenlerinin nazik davetlerini kırmazdı. Önemli bir engel olmadıkça, büyük bir mutlulukla her organizasyona koşa koşa giderdi. Böylesi güzel organizasyonlarda, çocukların hayat dolu, akıl dolu, farkındalık dolu sorularıyla karşılaşırdı. Görüyordu ki, yıllar geçtikçe teknolojinin ürettiği sanal dünyanın olumsuz etkileriyle ve toplumun çocuklara yaptığı yanlış baskılarla, çocukların hayalleri de küçülmeye başlamıştı. Çocuklar artık, eskisi kadar soru sormuyordu. Bu tehlikenin farkındaydı. Bu nedenle okullara, organizasyonlara koşturup, konuşmalar yapıyordu. Herkesin kolayca okuyabilmesi için, ücretsiz dijital platformlarda yazılar yazıyordu. Çocuklar hiç susmasın, sorular sorsun, keşfetmenin heyecanında cıvıl cıvıl kahkahaları hep var olsun diye…
Küçük hanımın bu güzel sorusuna verdiği yanıtın ardından, diğer zarif hanımefendi söz aldı. Tertemiz İstanbul Türkçesiyle konuşmaya başladı. Böylesine teknik bir konuyu anlaşılır biçimde sunmasından dolayı teşekkür etti. Keyifle dinlediğini ve çok şey öğrendiğini söyledi. Elbette ki böylesine kıymetli insanlara bir şeyler aktarabilmenin ardından gelen teşekkürleri duymak büyük mutluluktu. Bir yandan da, mahcup olmamak elinde değildi. Yüzünün kızardığını hissetti. Bu nazik hanımefendiye de içtenlikle teşekkür etti.
Çoğunlukla konuşmaları çok güzel geçerdi. Çünkü mutlu olduğu şeyi yapıyordu. Dinleyicilerin keyif aldığını görüp, hissetmek; Öğrenmenin, fark etmenin, yeni düşüncelere yelken açmanın verdiği hazzın insanların yüzünde ışıldadığını görmek, mesleğinin en özel güzelliğiydi. Ardından gelen akıl dolu, merak dolu sorular, sohbetler, fikir paylaşımları ve yeni insanlarla tanışmalar bu keyfi daha da katlardı. Tüm bunlar saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan zamanı bitirirdi. Tabii böylesi bir düşünce faaliyeti, karşılıklı fikir aktarımları yorardı. Ama bu, belki de en tatlı yorgunluktu. Konuşmalar ardından gelen teşekkürler, iyi niyet bildirimleri, nazik geri dönüşler yorgunluğu silip süpürür, yanaklarda hafif bir mahcubiyet kırmızısı bırakırdı.
O salonda, bu mutlu mahcubiyet kırmızısında başlayan hikâyenin, aylar sonra parmaklarından damlayan kırmızılığa gideceğini kim bilebilirdi ki?
Konuşmasını dinlemeye gelenler arasında üniversiteden mezun olmuş, eski öğrencileri de vardı. Onları görmek ayrı bir mutluluktu. Mezun olmalarına rağmen, halen yeni şeyler öğrenmek için böylesi organizasyonları takip eden, fark eden, üniversiteden hocalarını o soğuk günde bile dinlemeye gelen genç ve kıymetli zihinler, yürekler. Konuşması öncesi ve sonrası, bu kıymetli öğrencileriyle sohbet etme fırsatını kaçırmadı. Hatta toplulukta tanıdığı diğer insanlara öğrencilerini iftiharla tanıttı. Öğrencileriyle duyduğu gurur adeta yüreğinden taşıyordu. Bir akademisyen, bir eğitimci olarak yaşadığı her olumsuzlukta, her haksızlıkta o gençler en büyük motivasyon kaynağı olmuştu. Hepsi iyi ki vardı. Bu güzel çocuklar yarınlara umut ışıkları saçıyordu.
Kıymetli katılımcılar arasında, yapay zekâ ile ilgili bu konuşmayı dinlemek için gelen bir fotoğrafçı da bulunuyordu. Işığın kıymetini fark etmiş bir çift göz. Fotoğraflar dışında da hayatta peşinden koştuğu ilgileri vardı. Bu güzel organizasyon kapsamında tanışma fırsatı bulmuşlardı. Yaşama sorumluluğuna kayıtsız kalmayan bu iki arkadaşın sohbetleri ilerledi.
İki arkadaş bir gün sohbet ediyorlardı. Yeni arkadaşı, geçmişte doğayı korumak için katıldığı bir organizasyonu anlattı. Ücra bir Anadolu köyüne gitmişti. Verilen bir hukuk mücadelesi sonrası, doğayı korumayı, yarınları kurtarmayı başaran bir ekipte yer almıştı. Ekipte konuyla ilgili uzmanlar, hukukçular, akademisyenler ve yüreği güzel insanlar vardı. Köylülerle birlikte verilen hukuk mücadelesinden söz etti. Köyün sakinleri tarafından nasıl güzel ağırlandıklarını anlattı. Güzelim Anadolu’nun içten misafirperverliğinden bahsetti.
Arkadaşını ilgi ve merakla dinledi. Arkadaşı, o ücra köyden dönüşlerini de anlattı. Ekip bu haklı davanın kazanılması ardından dönüş yolculuğundaydı. Köyden ayrılmış, birkaç kilometre ilerlemişlerdi. Doğaya, bilgiye, emekle yıllarını vermiş, ekipteki kıymetli üniversite hocası birden konvoyu durdurmuştu. Issız bir yolun kenarında araçlar peşi sıra park etmişti. Yolun bir kenarında heybetli bir tepe uzanıyordu. Yolun diğer tarafında ise aşağıda kalan köy uzaktan küçükçe görülüyordu.
Araçlarından inen insanlar niye durduklarının merakıyla hocaya dikmişlerdi gözlerini. Kendisine merakla bakanlara hoca şöyle seslenmişti: “Şansımıza çok güzel bir zamana denk geldik.” Yolun, heybetli tepelerine bakan kısmına doğru dönerek eliyle işaret etmişti. “Burada yaşı bin yılı aşmış bir ekşi karadut ağacı var. Ve tam meyve verme zamanı.”
Ekipte oflanıp sızlananlar olmuştu. Sıcak güneşin anlında, börtü böcek vızıltılarının arasında, patika yolu bile olmayan toprakta, sert çalıların, dikenlerin arasında tepeye doğru ilerlemek demekti. Bazılarına çok da cazip gelmemişti. Ama hoca kimseyi dinlememişti. Topluluğu önüne katmış ve taşın toprağın içine dalmıştı.
Arkadaşı hikâyesini bitirirken, bu kadim ağacı gördüğünde ne kadar etkilendiğinden ve zamana meydan okuyan değil, zamanın bizzat kendisi olan ağacın, o gün cömertçe sunduğu karadutların tarifsiz lezzetinden bahsetti. Ardından, hep aklında olduğunu ama uzun yıllardır, fırsat bulup bir türlü o doğa güzelliğinin yanına gidemediğini söyledi. Ve kısa bir beklemenin ardından ekledi: “Bu yıl o ağacı bulmaya gidelim mi?”
Böylesi keşif heyecanı ve doğa bilgeliği dolu bir teklifi reddetmesi düşünülemezdi bile. Öncelikle ağacın meyve verme zamanında gitmeye karar verdiler. Arkadaşı, ekibi bu güzellikle tanıştırma lütfunu gösteren hocayla iletişime geçti. Navigasyon cihazlarında ve haritalarda yer almayan, insanın tanımladığı bir adrese sahip olmayan, sadece doğanın muhteşem düzeninde yeri belli olan bu ağaç için hocadan bir adres aldı. Alınan adres, yeni insan kuşağının belki de pek anlayamayacağı, doğa diline yakın bir dilde ağacın yerini tarif ediyordu.
Yeryüzünün binlerce yılına sessizce tanıklık etmiş bu kadim ağacı bulmak üzere yola çıktılar. Hocanın verdiği tarife bakarak yüzlerce kilometre gideceklerdi. Tarife bakarken, düşünmeden edemedi. Navigasyon uygulamalarına bu kadar alışmış yeni insan kuşağı, böyle bir tarifi anlayabilir miydi? Hiç alışık olmadıkları böylesi bir tarife güvenerek, sadece bir ağacı bulmak için, yüzlerce kilometre yol yapmayı göze alırlar mıydı? Sosyal medya hesaplarının yutarcasına içine çektiği, uyuşmuş zihinler böyle bir yola çıkar mıydı?
Direksiyonu bir eliyle tutarken, acıyla gülümsedi kendi kendine. Üzülecek gibi olurken, konuşmalarında tanıştığı kıymetli insanları, çocukları hatırladı, ders verdiği pırıl pırıl öğrencileri anımsadı, bilgi ve sevgi dolu tanıdıklarını düşündü, değerli hocaları aklına geldi. Okumayı seven o güzel insanlar. Sayıları belki çok değildi. Ama her biri dünyayı değiştirecek potansiyele sahipti. Dolaylı veya doğrudan. Bu düşünceler az önceki o acı gülümsemeyi sildi. Çıktıkları yolculuğun keyifli gülümsemesi dudaklarına yayılmıştı şimdi. Kısır döngülerdeki uyuşukluktan uzak olmak, yolda olmak, yol almak yaşamda olmaktı.
Ücra köye doğru yol alıyorlardı. Yolculuk sohbetleri de bir ayrı keyifliydi. Sohbette neler yoktu ki: hikâyeler, yaşanmışlıklar, sanat… Okumayı sevenler için konuşulacak ne çok şey vardı hayata dair. Ve bir de tatlı bir keşif heyecanı vardı havada. Ağacı bulabilecekler mi? Meyvelerinden tadabilecekler mi? Sorularının heyecanı içinde, arabanın tekerlekleri sıcak asfaltın üzerinde dönmeye devam ediyordu.
Merkezden uzaklaştıkça, binaların boyları kısaldı, yorucu gürültü sustu, kaygılı kargaşa azaldı. Ağaçların boyu uzadı, çiçekler açtı, yeşillik arttı, beton donukluğu yerini kıpır kıpır doğaya bıraktı. Su kanallarının yanından geçtiler, küçük şirin yerleşim yerlerine selam vererek ilerlediler. Hocanın tarif ettiği, ana yoldan köye doğru dönüş noktasını kaçırmamaya çalıştılar. Dönüşün biraz ardından bir yol ayrımı geldi. Ellerindeki tarife, gözlerini kapatıp kulak verdiler. Yolun sağından devam ettiler.
İki kilometre sonra, arabayı dar yolun toprak, açıklık bir kısmına park etti. Arabadan indi. Issız yolun kenarında etrafa bir göz attı. Yolun sol tarafında heybetli bir tepe yukarı doğru yükseliyordu. Sağ tarafta, kıvrılarak tepeden aşağıya inen yol güzelce bir köyle buluşuyordu. Biraz daha dikkatli baktığında, uzaktaki köyün garipçe bir görüntüsü vardı.
Arkadaşı ise tepeye doğru bakıyor, gözleriyle yıllar önce tanıştığı dostunu arıyordu. Heybetli tepenin üzerinde tek tük ağaçlar vardı. Sararmış otların arasına, ressamın fırçayla kondurduğu yeşil darbeler gibiydiler. Rüzgârın canlı ritmine kendilerini çok bozmadan eşlik ediyorlardı. Güneş günlük istirahatine çekilmek üzere, acele etmeden, heybetli tepenin ardına doğru ilerliyordu. Uykusu geldiğini henüz belli etmese de, dünyaya bu kadar yaklaştığı yaz ayında oldukça güçlüydü.
Arkadaşı birden sevinçle haykırdı: “İşte tam orada! Evet, kesinlikle bu o.” Arkadaşının yüzündeki mutluluk tarif edilemezdi. Belki de yeryüzünde eşi benzeri olmayan bu güzelim ağacı bulmuşlardı. Hemen arabadan yanlarında getirdikleri çantalarını aldılar. Neler mi vardı çantalarda? Pesto soslu, peynirli, özenle hazırlanmış, enfes iki sandviç, içecekler, bardaklar, peçeteler ve bir de makas.
Çantalarını omuzlayıp yolun kenarından taşın, toprağın içine daldılar. Tıpkı yol tarifini veren hocanın yıllar önce yaptığı gibi. Arkalarında kalan yol o kadar ıssızdı ki, hiçbir araç geçmiyordu. Doğanın sesi duyuluyordu sadece. Rüzgâr ağaçlarla konuşuyor, kuşlar birbirlerine şarkı söylüyor, böcekler ara sıra konum bildiriyor, sinekler bazen hızlıca kulaklarının yanından selam verip geçiyor, çalılar birbirlerinden gözlerini hiç ayırmadan bekleşiyorlardı. Ve yer yer toplaşmış taş birikintileri de dikkat çekiciydi.
Toprakta sadece, yürüyen iki arkadaşın ayak izleri görünüyordu. Ekşi karadut ağacına otların ve çalıların arasından ilerliyorlardı. Hiçbir yol izi yoktu. Navigasyona bakmadan şuradan şuraya gidemeyen yeni kuşak insan için, hiçbir yolun olmadığı toprağın üzerinde adım atmak, ne kadar zor olurdu diye düşünmeden edemedi yine. Ama yolculuktan gayet keyif alıyorlardı. Bastıkları yere dikkat ederek yürümeye çalışırken, dikenler küçük çimdikler atıyordu ara sıra bacaklarına. Doğa haylazca şakalaşıyordu adeta. Tüm bilgeliğine rağmen, bir çocuk saflığında eğlenmesini biliyordu. Asıl bilgelik zaten çocukluğu unutmamak demek değil miydi? Exupéry Küçük Prens kitabında boşuna mı işaret ediyordu; Yetişkinlerin büyüdükçe unuttuklarını.
Biraz eğim tırmandıktan sonra, karadut ağacı karşılarındaydı. Sanki birkaç gövdesi vardı ve toprağı daha iyi kucaklamak istercesine her yöne uzanmıştı. Gövdesinde göze çarpan, Van Gogh fırçasının dokunuşları misali çiziklerden, binlerce yılın tecrübesini sindirdiği belliydi. Sanki zaman nakış nakış işlenmişti hayat taşıyan damarlarına. Arkadaşı büyük heyecanla yapraklarının arasına baktı. Hala dut verebiliyor muydu? Meyve verme mevsimine denk gelebilmişler miydi? Bu eşsiz dutların tadına bakabilecekler miydi?
Arkadaşı dutları görebilmek için, ağacın dallarını ve yapraklarını nazikçe kaldırırken, gönlünden geçen bu soruları mırıldanıyordu dudakları. Ve bir sevinçli haykırış daha: “Yaşasın dutları görebiliyorum.” Bu da günün bir başka güzel haberiydi.
Gözlerini ağaca dikti. Sessiz, sakin ama kendinden çok emin, dimdik duruyordu bir başına geniş arazide. Ağaçları çok severdi. Kendi güzel yurdunda olsun, gittiği diğer ülkelerde olsun çok etkileyici ağaçlar görmüştü. Onları dikkatlice incelemişti. Ama böylesini ilk kez görüyordu. Ağacın dalı uzayıp tekrar toprağa yönelmiş, toprağın içine girmiş, toprağın içinde uzayıp tekrar topraktan çıkıp uzamaya devam etmişti. Sonra, yeniden toprağın içine girip ilerlemiş ve tekrar toprağın yüzeyine çıkmıştı. Toprağın dışına çıktığı bölümlerinden yine başka ince dallar uzamıştı havaya doğru. Bu dalların her birinin yapraklarının arasında, iri üzüm taneleri büyüklüğünde karadutlar büyümüştü. Ekşi karadut ağacı, dallarında güvenle sardığı dutlarıyla, yüzlerce yavrusunu kucağında güvenle sallayan şefkatli bir anne gibiydi.
Dallarını toprağın içiresine böyle defalarca daldırıp, toprakla iyice bütünleşmişti. Birlikte geçirdikleri binlerce yıl için, bilge ağaçla vefakâr toprağın sıkı bir teşekkür kucaklaşması gibiydi.
Bu bilge ağaç, Anadolu’nun misafirperverliğiyle karşıladı dostlarını. Yüzlerce kilometre öteden, kendisini görmeye gelen misafirlerine, özenle yetiştirdiği karadutlarını cömertçe ikram etti. Malum, çok fazla ziyaretçisi oluyordu, çok canlıya yuva oluyor, çok canlıyı besliyordu. Ama halini hatırını sormaya gelen çok fazla insan ziyaretçisi olmuyordu. İki arkadaş da, kendilerine sunulan bu güzel lezzetin tadını çıkarmak için kadim ekşi karadut ağacına yaklaştı.
Çocukluğunda, anneannesinin oturduğu apartmanın bahçesinde bir karadut ağacı vardı. O ağaçtan yediği karadutların lezzetini hiç unutamamıştı. Zaten bir daha da öylesi bir tat bulamamıştı. Yıllar sonra, çocukluğunun geçtiği o bahçeye gidip, ağacı görmek istediğinde, yerinde bulamamıştı. Kesildiğini görünce, çocukluğundan bir parçanın kopup gittiğini hissetmiş, ince bir sızı makamında acımıştı yüreği.
Bu kadim ağacın binlerce yıllık tecrübeyle ürettiği dutların tadını çok merak ediyordu. Ağacın dallarındaki karadutlara merakla uzanırken, çocukluğunda anneannesinin bahçesinde yediği karadutların tadını hatırlamaya çalıştı. Dilinin üzerine mutlu bir tatlılık yayıldı sanki. Ve çocukluğunun kesilen o karadut ağacını tekrar anımsadı. Eski dostunu hatırlaması, kadim karadut ağacını da mutlu etti. Daha rahat uzanabilsin diye, sanki daha da eğdi dallarını.
Yaprakların arasında bekleşen tıknaz, tombik dutlardan birine uzandı. Dalını incitmeden koparmaya çalıştı. Ama öyle güçlü bağlanmıştı ki dala, hemen teslim olmadı dut. Sanki çocukça bir kahkaha atarak uzaklaştı. Ama oynamaktan keyif alan her çocuk gibi, çok uzağa gitmeden afacan bir gülümsemeyle beklemeye devam devam etti. Tekrar uzanıp biraz daha güvenle çekti. Ve dut avucundaydı. Dutu oluşturan taneler çok büyüktü. Nerdeyse küçük üzüm tanelerinden oluşmuş gibi görünüyordu. Bu haliyle duttan başka bir meyve gibi duruyordu. Karadutun değişik yapısını inceledikten sonra, ağzına attı.
Tadı nasıl mıydı? ‘Anlatılmaz yaşanır’ türünden bir deneyimdi. Dutu oluşturan taneler ağızda patlayınca, ılık sıvısı yayılmaya başlıyordu. Önce hafif ekşilik içeren tatlımsı bir lezzet damağa vuruyor, ağzın içine yayıldıkça, hoş lezzeti daha da demlenmişçesine tat alma hücrelerini mutlu ediyordu. Binlerce yıllık deneyimle üretilen mahsuldü bu karadutlar. Bu tadım onuruna nail olmak tam bir ayrıcalıktı. Bunca uzun bir zaman aralığında, yaşamla birlikte bu kadim ağaç da evrimleşmişti. Uzun evrimleşme süreci sonunda ortaya çıkan lezzet, tek kelimeyle harikuladeydi. Tabii ki tek bir karadutla yetinmedi. Tadını çıkararak, ağacın dalları arasında gezinerek, yaprakları hissederek karadutların bir bir tadına baktı.
Rüzgârla ahenkli hareket eden dalların arasındaki karadutlara ulaşmaya çalışırken, bir yandan da arkadaşlar bir biriyle konuşuyordu. Yedikleri karadutların lezzetinde sarhoş olmuşçasına, bu güzel lezzeti anlatıyorlardı. Doğanın adeta bir mucizesi olan bu güzelim ağacı övüyorlardı. Ne kadar güzel sözler söyleseler azdı. Arkadaşı mutlulukla parlayan gözleriyle fotoğraflar da çekti. Fotoğrafçı gözleriyle bu güzel anlardan yakaladığı kareleri telefon hafızasına kaydetti. Zamanın unutamadığı bu güzelliği, onlar da unutmak istemiyorlardı.
Bu leziz ikramları tadım turundan sonra, yolun ve keşfetmenin mutlu yorgunluğunu hissettiler. Böyle bilge bir toprak bekçisinin sağlam gövdesine dayanıp oturdular. Ekşi karadut ağacı, misafirlerinin gözlerine güneş girmesin diye sevgiyle kaldırdı kollarını. Huzur veren gölgesinde dinlendirdi. Derin sessizliğinde konuştu onlarla. Anlatacağı çok şey vardı. İnsanın anlayabileceği zamanı aşmıştı. Ama çok basitçe ve anlaşılır anlatıyordu. Anlatırken aynı anda dinliyordu da.
Kadim ağaçla güzel sohbetin ardından, misafirler sandviçlerinden yiyip, içeceklerinden içtiler. Bu kadim dostun anlattıklarının hatırlattığı, gün yüzüne çıkardığı anılarını paylaştılar. Güneş artık kızarmış, uykulu gözlerle bakmaya başlamıştı. İstirahate çekilmek için nazikçe müsaade istiyordu. Karadut ağacının her bir yaprağından öperek çekiliyordu. Kadim dostlar bir güzel gün için daha teşekkür ediyorlardı bir birlerine.
Ayağa kalktı. Taze sohbet, taze hava dolmuştu içi. Sadece yolu düşenlerin geçtiği, aşağıda kalan dar yola baktı. Zayıflayan güneşin arkasına çekildiği heybetli tepeye döndü. Anılarına kazımak istercesine, ama acele etmeden gözlerini gezdiriyordu bu doğa parçası üzerinde. Rüzgârın hafif sesi kulaklarının içinde dolaşıyordu. Sadece ışıkların gözlerini beslemesiyle değil, doğadaki her şeye değen rüzgârın taşıdığı seslerle de kaydediyordu bu buluşma anını. Dağ kekiği kokusu çalındı burnuna. Gözlerini kapadı. Derin bir nefes çekti içine. Gözlerini açtı. Adeta sıcacık bir gülümsemeyle kendisini izleyen bilge karadut ağacına baktı. O da ağaca saygıyla ve derin bir sevgiyle gülümsedi. Birbirlerine teşekkür ettiler.
Avucundaki karadutu hissetti. Ağzına attı. Yavaşça lezzetini sindirdi. Parmaklarında bir sıcaklık hisseder hissetmez, havaya kaldırdı ellerini. Karadutun kıpkırmızı, sıcacık suyu ellerinden yere damlıyordu. Damla önce ağacın dalına düştü, sonra kayıp toprağın bağrına damladı. Binlerce, hatta milyonlarca yılı özetler gibiydi.
Ve hikâye şimdilik burada durak verdi…
Tıpkı bilge ekşi karadut ağacıyla sohbet eder gibi, tecrübelerimin, görebildiklerimin toplamından süzülen bir hikâyeyi paylaştık birlikte sevgili okur. Her ne kadar benim tecrübelerime dayanan bir hikâye olsa da, Alberto Manguel’in söylediği gibi: “Yazılan metin artık yazarın değil, okurundur.” Ekşi karadut ağacı, kim bilir size neler anımsattı, hangi kayıp anıları çağırdı, hangi düşünceleri canlandırdı zihninizde.
Sadece şu kadarını söylemek istiyorum. Kadim karadut ağacını ziyaret etme şansına sahip olmak tarif edilemez bir güzellikti benim için. Ve sosyal medya hesaplarımda, bu unutulmaz ziyaretin fotoğraflarını paylaştım (1). Aşağıda, kaynaklar kısmında verdiğim bağlantıya tıklayarak, ilgili fotoğraflara ulaşabilirsiniz.
Belki yolculuklarımız sırasında, bir organizasyonda, bir konuşmamda, sizin bir etkinliğinizde ya da bir doğa güzelliğinde karşılaşırız. Hikâyenin başka bir durağında, belki birlikte, belki kadim karadut ağacıyla sohbet ederiz.
Doğanın ve okumanın sevgisiyle kalın…
Kaynaklar
(1) Yazıyla ilgili görseller için instagram bağlantısı:
https://www.instagram.com/p/DNVQZ-cIhij1IE8zFVRrwrrw2d9grrO0DbJuG00/?igsh=Nnl5MW9oOXJ5MjZt
Yazıyla ilgili görseller için Facebook bağlantısı:
https://www.facebook.com/share/p/1FJhzBFrJq/?mibextid=wwXIfr