“Yavrumuz yeniden doğdu…”
Bu üç kelime, bir annenin yeniden nefes alışı…
Sanatçı Umut Akyürek’in, kızının uyuşturucu bağımlılığıyla verdiği zorlu mücadelenin ardından kurduğu bu cümle, son yıllarda medyada karşılaştığım en çarpıcı ifadelerden biri. Çünkü bu söz, ülkemizde her yıl sayısı artan binlerce annenin yüreğinde gizli kalmış bir çığlığa tercüman oluyor.
Bugünlerde ekonomik sıkıntılardan, siyasi çekişmelerden, savaşlardan ve terör olaylarından oluşan gündemimizde kendine fazla yer bulamayan; ancak en az bunlar kadar hayati bir sorunumuz daha var.
Ne açıkça konuşabildiğimiz, ne boyutları hakkında yeterince bilgi sahibi olduğumuz, ne de etkili önlemler alabildiğimiz bir toplumsal bekâ sorunu…
Sessiz ama derinden; hızlı ama fark edilmeden; tehlikeli ama giderek normalleşen; suskunlukla büyüyen bir halk sağlığı krizi: Uyuşturucu bağımlılığı.
Bu sorun artık yalnızca uzak mahallelerin, karanlık sokakların ya da “bizden olmayan” hayatların meselesi değil.
Özel okullarda okuyan, iyi eğitim almış, sosyal çevresi geniş gençlerin de içine çekildiği bir karanlıktan söz ediyoruz.
Gelinen noktada bu konu yalnızca emniyetin, sağlık kurumlarının ya da rehberlik servislerinin omzuna bırakılabilecek bir sorumluluk olmaktan çıkmıştır. Artık hepimizin elini taşın altına koyması gereken bir eşiğe geldik.
Uyuşturucu yalnızca bireyi değil; ailesini, çevresini, eğitim sistemini ve nihayetinde toplumsal bağışıklığımızı zayıflatan bir krize dönüşmüş durumda.
Bu yazıda gençleri bu bağımlılığa sürükleyen nedenleri, bu karanlık tünele hiç girmemeleri için neler yapılabileceğini ve medyanın bu konudaki sorumluluğunu ele almak istiyorum.
Çünkü daha fazla görmezden gelmek, bu sorunun kendisi kadar tehlikeli bir tercih olabilir.
BAĞIMLILIĞIN ARKASINDAKİ NEDENLER
Uyuşturucu kullanımı çoğu zaman “bir anlık merak” ya da “arkadaş etkisi” gibi basit nedenlerle açıklanır. Oysa yüzeyde görünenlerin ardında çok daha derin yapısal, psikolojik ve sosyolojik dinamikler vardır.
Bir gencin maddeye yönelmesi, çoğu zaman içinde taşıdığı bir boşluğun, anlam arayışının ya da yalnızlığın sonucudur.
Nasıl bir tohumun yeşermesi için toprak, su ve güneş gerekiyorsa; toplumsal sorunların da oluşmasında yalnızca “tohumu” suçlamak yetmez. Onu besleyen zemini de görmek gerekir.
Psikolojik nedenler, bağımlılığın temelini oluşturur: Aile içi travmalar, özgüven eksikliği, değersizlik duygusu, başarısızlık korkusu ya da sevgisizlik…
Bu duygular bir süre sonra bireyi “kaçış” yolları aramaya iter. Bu kaçış bazen bir arkadaş grubunda, bazen bir müzik türünde, bazen de bir maddede karşılık bulur.
İlk temas çoğu zaman “rahatlatıcı” görünür; acıyı bastırır, düşünceyi susturur, gerçekliği buğular. Ancak zamanla bağımlılık başlar.
“Bir kereden bir şey olmaz” düşüncesiyle atılan ilk adım, çıkmaz bir sokakta noktalanır.
Sosyolojik etkenler de bu süreci derinleştirir. Dijital dünyanın parıltılı imgeleriyle çevrili gençler, gerçek hayatta sıkışmışlık hissi yaşar.
Anlam arayışı, aidiyet eksikliği ve toplumsal bağların zayıflığı onları yalnızlaştırır ve savunmasız hale getirir.
Ekonomik faktörler de tabloyu ağırlaştırır. Gelecek kaygısı, işsizlik, eğitimdeki eşitsizlikler ve umutsuzluk hissi, maddeye uzanan yolu kolaylaştırır.
Gençler, çaresizlik içinde kendilerine “çözüm”, “bir anlık kurtuluş” gibi sunulan zararlı seçeneklere yönelir.
Bir başka etkense, kültürel rol modellerin çöküşüdür. Popüler kültür, bazı karakterleri maddeyle ilişkilendirerek “asi”, “özgür”, “karizmatik” figürler olarak sunar.
Dizilerde, kliplerde, sosyal medya içeriklerinde madde kullanımı kimi zaman neredeyse bir aksesuar gibi gösterilir.
Oysa bağımlılık; bir dram, bir çöküş ve çoğu zaman da bir sessizliktir.
Ve bu sessizlik içinde kaybolan nice genç, dağılmakta olan nice aile vardır.
KORUNMAK MÜMKÜN MÜ? EĞER EVETSE, NASIL?
Uyuşturucuyla mücadelede en etkili yol, maddeyle ilk teması önlemektir. Ancak bu, yalnızca yasaklarla ya da cezayla değil, anlamlı ilişkilerle mümkündür.
Korumak; baskılamak değil, bağ kurmaktır.
Aile içi iletişim, bu bağın ilk halkasıdır. Ama bu iletişim; sorgulayan, öğüt veren ya da suçlayan değil; anlayan, dinleyen ve yargılamadan kabul eden bir temelde kurulmalıdır.
Çünkü yalnızlık, bağımlılığın en sadık yol arkadaşıdır.
Eğitim sisteminin de yalnızca bilgi aktarmakla değil, yaşam becerileri kazandırmakla sorumlu olduğu unutulmamalıdır. Stresle başa çıkma, hayır diyebilme, kendini ve duygularını ifade etme gibi beceriler, maddeyle mücadelede güçlü bir bağışıklık sistemi oluşturur.
Ayrıca gençlere alternatif yollar sunmak, maddeye karşı en etkili korumadır: Sanat, spor, gönüllülük çalışmaları, üretim temelli projeler…
Çünkü insan ne kadar çok şeye “bağlı” olursa, zararlı bağımlılıklardan o kadar uzak kalır.
Gençlerin kendilerini bir topluluğa, bir amaca, bir değere ait hissetmeleri gerekir. Aidiyet duygusu gelişmemiş gençler, dışarıdan sunulan her “aitlik” teklifine açık hale gelir.
Bu nedenle koruma, güvenli ve umut dolu bir yaşam alanı inşa etmeyi de içerir.
MEDYA VE DİJİTAL PLATFORMLARIN SORUMLULUĞU
Uyuşturucuyla mücadele yalnızca sokakta ya da okulda değil; medyada, dijital platformlarda da verilir.
Gençlerin zihinleri çoğu zaman duyduklarından çok, gördükleriyle şekillenir. Ekranda izledikleri, sosyal medyada maruz kaldıkları içerikler, onların gerçeklik algısını ve davranış kalıplarını derinden etkiler.
Ne yazık ki birçok dizi, film ya da müzik klibi, uyuşturucu kullanımını estetik bir imgeye dönüştürmektedir. Madde kullanan karakterler kimi zaman “asi”, kimi zaman “yaratıcı”, “karizmatik” ya da “örnek” figürler olarak sunulmaktadır. Bu da gençler için tehlikeli bir özdeşleşme alanı yaratmaktadır.
Habercilik dili de bu konuda sorumluluk taşır. Uyuşturucu operasyonlarının yalnızca rakamlarla, madde adlarıyla ya da heyecan uyandıran başlıklarla sunulması; bağımlı bireylerin “suçlu” gibi çerçevelenmesi, kamuoyunda yanıltıcı ve dışlayıcı algıların oluşmasına yol açmaktadır.
Oysa medya dili, duyarlılığı, bilinç kazandırmayı ve çözüm yollarını merkeze almalıdır.
Sosyal medya ise gençler için en kaygan ve denetimsiz alandır. Etkileşim odaklı algoritmalar, dikkat çekici ama zararlı içerikleri öne çıkarmaktadır. Uyuşturucu maddelerin temininden tanıtımına, reklamından estetikleştirilmesine kadar birçok içerik, bu platformlarda adeta “şeker tadında” pazarlanmaktadır.
Bu alandaki çalışmalarımız—tamamladığımız tezler, yürüttüğümüz projeler, katıldığımız eğitimler ve konferanslar—sorunun boyutlarını ve dikkat edilmesi gereken noktaları açık biçimde ortaya koymaktadır. Bunlarla sizi sıkmak istemiyorum. Ancak burada yalnızca bir şeyi tekrar etmek istiyorum:
Medya okuryazarlığı eğitimi artık bir lüks değil, toplumsal bir zorunluluktur.
Bu eğitim; çocuklara, gençlere, ebeveynlere ve aslında hepimize, medyada neye maruz kaldığımızı tanımayı ve nasıl direnebileceğimizi öğretmelidir.
Çünkü medya sadece haber taşımaz; aynı zamanda norm üretir. Ne konuşulacağını, neyin meşru sayılacağını, neyin görmezden gelineceğini belirler. Duygularımızı, tutumlarımızı, değer yargılarımızı ve sonuçta da toplumsal yaşam biçimimizi büyük ölçüde şekillendirir.
SONUÇ: BİR NESLİ KAYBETMEDEN ÖNCE…
Uyuşturucu bağımlılığı, artık “marjinal” bir sorun değil; toplumsal bağlarımızın zayıfladığının en acı göstergelerinden biridir.
Bu sorunu yalnızca güvenlik tedbirleriyle çözmek mümkün değildir. Çünkü bağımlılıkla mücadele; yasa değil, ilişki meselesidir.
Bugün artık hiçbir aile “bizim başımıza gelmez” deme lüksüne sahip değildir.
Aileler açık iletişim kurmalı, okullar yalnızca sınavlara değil hayata hazırlamalı, medya ise felaketleri değil, direnişi görünür kılmalıdır.
Umut Akyürek’in kızının hikâyesi bir uyanışsa, bu uyanış toplumsal bir harekete dönüşmelidir.
Her bağımlılık öyküsünün başında görünmeyen bir çığlık, sonunda ise sessiz bir yıkım vardır.
O çığlığı duymak da o yıkımı engellemek de hâlâ elimizdedir.
PEKİ YA SİZ NE DERSİNİZ?
Uyuşturucu meselesinin ne kadar farkındasınız?
Bu konuda bildikleriniz ne kadar gerçek ne kadarı duyumdan ibaret?
Çevrenizde bu sorunla mücadele eden biri var mı?
Bir öğrenciniz, bir komşunuz, bir arkadaşınız ya da belki kendi çocuğunuz sessizce yardım mı bekliyor?
Sizce bu sorunu konuşmak için daha ne kadar beklemeliyiz?
O çığlığı duymazdan gelmeye devam mı edeceğiz, yoksa gerçekten bir şeyleri değiştirmeye hazır mıyız?
Görüşlerinizi yorumlarda paylaşabilirsiniz.