Sır; bizatihi dile gelişiyle söze erişiyle “sırr”a karışmış bir kelime. Bütün sırlar ki, sırrın içinde. Sır; mahrem, sır deruni, sır layüsel bir kavram… Sır; gayb âleminin muhtevasında mı gizlidir. Mahfiyet denizinin kaypak dalgalarında, muamma ikliminin yitik güzergâhlarında, akıl kitabının istifham yapraklarında mı asılı. Öyle ki, çözmek adına akıl üstüne akıl koyduran ama çözüldükçe de aklı karıştıran bir ibare. Sırrı arayan bulur mu? Bulursa ne kadarını bulur. Bulursa ne olur, bu buluş onu hangi vadilere çıkarır. Yer aşağıdan gök yukarıdan bu “kayıp yolcu”ya baş üstüne baş kestirirken, beşeri zaaf; her adımda ele ayağa dolaşırken sırrın eteklerinde dolanmak da ne ola ki? Beyhude bir çırpınış mı? Nafile bir meşguliyet mi?
Sır sadece bir kelime mi yoksa koskoca bir âlem mi, âlemler içinde bir zerre mi? Gölgeler arkasındaki saklı gerçek mi? Mevcutların içindeki usare mi? Bilene de bilmeyene de sırrın kapıları kapalı. Sırrın halli, akılda mı, gönülde mi saklı, ona neyle ulaşılır. İlimle mi, irfanla mı? Sırrın başı nerede, sonu nereye çıkar? Yoksa aramak için yola çıkanların başlarını taştan taşa vurdukları, zihinlerini lügatten lügate dolaştırdıkları halde bir çıkmaz sokakta tıkanıp da kaldıkları bir büyülü berzah mı?
Sır ne, sır kimde, sırrın sırrı kimin elinde… “sırra vakıf” ibaresinin düğümü nerede, “sırlara karıştı” ibaresinin nihayeti nedir? “Sırlandı” ifadesiyle anlatılan beka alemine göçüşteki seyrin sırrı ne? Sır; bu sırlı menzilin gariban yolcularının önüne çekilmiş muhkem bir sur mu? Gözün okumaya takat getiremediği silik defterlerin adı mı? Kulağın işitmeye can yetiremediği boğuk seslerin sedası mı? Aklın, çözmeye mecal erdiremediği çok bilinmeyenli bir denklem mi? Sır; Kaf dağının ardındaki masal kuşu Zümrüdüanka mı? Sır; ardından koşanları Mecnun’a çevirip çöllere salan Leyla mı? Sır ne ve sır kimde? Sırrın penceresi, hikmet deryasına mı açılır. Hikmet ne? Hikmet; sırrın anahtarını avucunda tutmak mı? Yoksa insanoğlunun fıtratındaki ezel sarhoşluğundan uyanıp da gönül gözü ile hadisatın yüzünü çıplak görmesinde mi saklı? Sır, bir yakaza hali mi, gaflet eşiğini atlayıp da basiret basamağında konaklama mı? Sır; çokluktaki tekliğe ulaşmak mı? Sır; mülkün sahibiyle tanış olmak mı? Sır; canlı cansız bütün mevcudatın bir ruh taşıdığından haberdar olmak mı? Evrende başıboş, rastgele, öylesine, kendiliğinden hiç bir oluş ve kılışın bulunmadığını görmek mi?
Her doğumun ölüme gebe, her hayatın meçhule amade olduğu bu varlık teknesinde dümen kimin elinde, pusula nerede, hüküm kimin, hükümran nerede. Yensiz yeleksiz dünyaya açılan, kefenli kefensiz toprağa karışan insanın iradesi ne kadar irade. Kader denilen sazın mızrabına kim vuruyor. İnsan; kendi yol haritası demek olan kendi alın yazısının neresinde. Kaderin buldurdukları ile insanın umdukları kesişiyor mu? Yoksa hüsrandan hüsrana uğramak, hicrandan hicrana savrulmak baht bilmecesinin hecelerinde mi kazılı? Kaderin hükmü tecelli ettikçe aşikâr olur. Meçhuller vakti gelince ayan olur. Feleğin buyruğu başa düştükçe malum olur. Ehli dil yaşanmışlık seviyesine gelmeden de bazı bazı mukadderatını hisseder, sezerse de; kaderin üstündeki kadere nüfuz etmeye kimse güç yetiremez. Hiçbir can sahibi kendi ibresini kendi keyfince döndüremez.
İlim adamı; eşyanın sırrını yoklar. Yaratılış ikliminde bileşenleri, ayrışanları, artıp eksilenleri denge kurup denge bozanları, yekdiğerine güç verip güç alanları akıl ölçeğiyle teraziye vurup durur. Dünya ummanında bazen karmaşık bazen de basit görünen varlık halitasının künhüne, hadisatın diline, geometrik düzendeki esrarın ahengine dirhem dirhem fikir yetirir. Milim milim mesafe alarak mevcudatın kilidini ufak ufak çözer, mahlukatın alfabesini azar azar söker. Bazen karşılıklı bazen de tek taraflı sirayet ağının doğurduğu kuralları formüllere döker, kanunlara bağlar, bazen de teorilere söyletir. Şaşmaz gibi görünen kuralların bazen şaştığını görüp de şaşırır. Bir hakikat âşığı olarak iz üstüne iz sürer. Her keşfin yeni bir sıçrama tahtası olduğunu görüp adımlarını sıklaştırsa da sırrın sonu bir türlü görünmez. Keşfetmenin ardı arkası bir türlü gelmez. Sırrı sır yapan hususlardan biri de bu varlık çeşitlemelerinin göze görünmez, ele gelmez bağlarla birbirine bağlı bulunduğunu, birinin sebebinin yekdiğerinin sonucu olduğunu bilmektir. İlim erbabı bu çetrefil ve ince ayar şifreleri kırmak için ömür tüketir. Ama gelin görün ki her kırılan şifrenin yeni bir şifreye davetiye çıkardığını görerek yeni boyutlar içinde kaybolup durur. Çözülen her bilmecenin yeni bilmecelerin işaret taşları olduğunu görüp ucu seçilmez bir yolculukta bir seferi bitirip diğerine koyulur. Her keşif; yekundan bir parça, her atılım bütünden bir kesit. Buradaki sır; öncelikle evrendeki bütünlüğü yani çeşitlilik içindeki birliği, çokluk içindeki tekliği fark edebilmektir. Parça ile bütün arasındaki bazen örtük, bazen de aleni ölçekli rabıtalar manzumesini kenarından da olsa yakalayabilmektir.
Ârif; nefsinden yansıyan, hilkatten yayılan huzmelerden yola çıkar. Mecazdan hareketle asıla, suretten hareketle sirete ulaşmaya çabalar. Dönen gök küreyle, devrilen her yeni günle beraber hâlden hâle uğrayan varlığın seyir defterlerini ibret gözüyle seyreder. Mavera ile masiva arasındaki geliş gidişleri alış verişleri okur da okur. Göklerdeki haşmeti, yerlerdeki azameti, zamandaki kudreti görür. Gördüğü heybet karşısında hayret, haşyet ve hayranlık duyguları arasında bir saat sarkacı gibi gider gelir.
Âdem ile Havva’dan beri uzanan zincirin her halkasında, her canlı ve cansızın tabiatında geçmiş yüzyılların şekil, renk, desen, akıl ve ruhundan çizgiler mevcuttur. En son halka bile ilk halkadan pek çok izi nefsinde taşır. İlk “oluş”tan, ilk “zaman”dan günümüze kadar kesintisiz bir biçimde intikal eden bir süreklilik, bir devamlılık söz konusudur. Dünyanın, hayatın, insanın genetik kodlarında başlangıçtan itibaren her şey kayıt altına alınmış durumdadır. Bu yazılımda atlama, yanlışa düşme, gözden kaçırma, unutma, eksik bırakma, tarafgir olma payı neredeyse hiç yoktur. İlahi nizam, kusursuz bir denge içinde asırları asırlara, nesilleri nesillere devredip durmaktadır. Her insan, ilk ceddinden itibaren gelen bütün atalarından nişan taşır. “Sır” denilen “saklı âlem”in alametifarikalarından biri de budur. Her bir zerrenin korunduğu, her bir kımıldanışın zapt edildiği keskin bir çetelenin varlığından hissedar olabilmek bile büyük bir imtiyazdır. Her şeyin her an murakabe altında olduğunu bilmek sırlar içinde büyük bir sırdır.
Sır, haddini hududunu tayin etmekte mi gizlidir? Nefsin; çapındaki çapsızlığı bizzat öğrendikten sonra varlıktaki hiçliği, idrakteki zafiyeti, bilinendeki bilinmeyeni fark edip teslimiyet şemsiyesinin altına sığınması mıdır? Beşer; en kudretli göründüğü yerde bile en nihai noktada âciz olduğunu görüp de dehşete kapılır. Aczini kabul etmesi, değiştirebileceği hususlar için mücadele vermesi ama değiştiremeyeceği bahisler içinse kaderi ile barışık yaşaması beklenir. İnsan kendi dışında gelişen hadiseleri kendince yorumlar. Kendi hikâyesini ve başkalarının hikâyesini ise sorgulayıp yargılar. Kendince arızalı görünen her bir durum için kader ile bir çatışma noktası içine girer. Ama tez zamanda bu çatışmanın kendisini bir kör döğüşün içine sürüklediğini kavrar. Böylesi dipsiz kuyulara düştüğü anda “Ne ki olmuştur, o olacaktır” cümlesi bir emniyet kemeri gibi imdadına yetişir. Uzun asırların tecrübesiyle yoğrulan bu hakikati başka bir kalıpta yeniden ifade eder. “Akacak kan damarda durmaz”. Yine bu bağlamda hikmet hazinesi kıvamındaki “ her olanda bir hayır vardır” cümlesi bir ışık demeti gibi öne düşer. İnsanın hini hacette rızanın, tevekkülün ve teslimiyetin çatısına sığınmaktan başka çaresi yoktur. Sır; bu geçitleri nefsinde tecrübe ederek bir ruh olgunluğunu yakalayabilmekte saklı olsa gerektir.