İlimde derinleştikçe sürekli bir şey dikkatimi çekmeye başladı. “Nedir o?” diye soracak olursanız “yanlış temel üzerine doğrular bina etme çabası” şeklinde cevap verebilirim. Alim payesiyle konuşanlardan bazıları -belki de pek çoğu- künhüne vakıf ol-a-madıkları bilgileri öyle ballandıra ballandıra kullanıyorlar ki dinleyenin inanmaktan başka çaresi de kalmıyor. Konumuzla alakalı olması hasebiyle “Hz. Muhammed’in okur-yazarlığı ve ilk vahiy” meselesini ele almak istiyorum.
Bir taraftan Hz. Muhammed’in okur-yazar olmadığı savunulurken diğer taraftan dinin ilk emrinin/اقرا “oku” olduğu söyleniyor. Bu bir çelişki olarak durmuyor mu? Her ne kadar اقرا kelimesinin anlam alanı içerisinde “okumak” manası varsa da Alak suresinin ilk âyetlerinde kelimenin “tebliğ et, davet et” anlamıyla kullanıldığı ilimde derinleşen ulema tarafından ifade edilmektedir (örnek olarak bk. Yüce Kur’an ve Açıklamalı-Yorumlu Meâli Abdülkadir Şener, Cemal Sofuoğlu, Mustafa Yıldırım).
Alak suresinin ilk âyetleri Hz. Muhammed’e bir şeyleri okumasını emretmekten ziyade Allah’tan -Cebrail vasıtasıyla- aldığı vahiyleri toplumuna tebliğ etmesini ifade ediyor. Yani bu cümleler ona peygamber olarak görevlendirildiğini bildiriyor. Aynı durum ilk nazil olan vahiylerden Muddessir sûresi âyetleri için de geçerlidir. O âyetlerde de peygamberlik görevi şöyle hatırlatılıyor: “Ey peygamberlik gömleğini giyen Muhammed! Harekete geç ve tebliğ görevine başla!”
Diğer taraftan Hz. Muhammed’in okur-yazar olup olmaması konusunun da yanlış değerlendirildiği gözlerden kaçmıyor. Zira Hz. Muhammed’in okur-yazar olmasının onun peygamberlik görevine halel getirecek bir boyutu söz konusu değildir. Bu yönüyle Kur’an’da üzerinde durulan husus, Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi süreçte vahiy mahsulü kitapları okuyup okumadığıdır. Ankebût suresinin 48. âyeti (وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذاً لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ) şeklindedir. Âyet sahabe sonrası dönemden itibaren Hz. Muhammed’in okuma-yazma bilmemesi şeklinde anlam kaymasına uğramış ve bu mana günümüze kadar gelmiştir. Halbuki âyet, Hz. Muhammed’in peygamber olarak göreve başlamadan önce vahiy mahsulü kitapları okumadığını ve Kur’an’ı da onlardan hareketle ortaya koymadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla ehl-i kitabın, Hz. Muhammed’in Kur’an’ı Tevrat ve İncil’den iktibaslar yaparak oluşturduğu yönündeki iddialarını çürütmektedir. Binaenaleyh, Hz. Muhammed’in Arapça’yı okuyor ya da yazıyor olmasının onun peygamberliğinin önünde bir engel olduğunu söylemek isabetli durmamaktadır.
Bu bağlamda akla hemen Hz. Muhammed’in ümmîliği meselesi gelmektedir. Ne yazık ki bu konu da mecrasından çıkartılmış ve ümmi/امي kelimesi sırtına yüklenen “okuma-yazma bilmeyen” anlamıyla tarih boyunca yolculuk yapmak zorunda bırakılmıştır. Kur’an’daki âyetler dikkatlice incelendiğinde ümmî kelimesinin aslında ehl-i kitabın zıddı olarak kullanıldığı fark edilmektedir. Âl-i İmrân suresinin 20. âyetine bakıldığında bu durum rahatlıkla görülebilmektedir: “Ey peygamber! Ehl-i Kitab’a (geçmişte vahye mazhar olanlara) ve ümmîlere (vahye mazhar olmayan müşrik Araplar’a) de ki: Allah’a teslim olmak için daha neyi bekliyorsunuz?” Yine Bakara suresinin 78. âyetinde ümmî kelimesinin kitabî bilgiye / vahiy bilgisine sahip olmayan, buna mukabil zanla, kuruntularla hareket eden kişi manasında kullanıldığı müşahede edilmektedir. Dolayısıyla ümmî kelimesi okuma-yazma bilmeyen manasına değil vahye mazhar olmayan anlamına gelmektedir. Bu bağlamda gerek Hz. Muhammed’in kendisi gerekse toplumu vahye mazhar olmadan önce ümmî olarak nitelendirilmiştir. Ancak vahye mazhar olduktan sonra onlar da kitap verilenler kategorisine dahil olmuşlardır. (Detaylı bilgi için bk. Aydın, Zeynel Abidin, “Hz. Peygamber’in Ümmiliği Meselesi”, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, cilt: I, sayı: 2, s. 287-307)
Kur’an’daki âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için ilimde derinleşmek ve cümleleri bağlamlarına uygun şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Evet Ankebût sûresi âyetinde “كِتَابٍ” kelimesi nekre olarak kullanılmakta ve umum ifade etmektedir. Ancak âyet bağlamına uygun olarak değerlendirildiğinde bu umumluğun kapsamının da vahiy mahsulü eserlerle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. 46. âyette ehl-i kitap ile mücadelenin en güzel yöntemlerle yürütülmesi istenmekte, 47. âyette ise önceki peygamberlere olduğu gibi Hz. Muhammed’e de Allah’ın vahyettiğine ve ehl-i kitab içerisinde bunu kabul edenlerin olduğuna dikkat çekilmektedir. Bağlamına uygun olarak değerlendirildiğinde 48. âyetin de “Ey Muhammed! Sen, bu vahiylerden önce herhangi bir ilahi kitabı/kelamı okumuş değildin ve bu vahiyleri de kendin ortaya koyabilecek durumda değilsin.” anlamına geldiği görülmektedir. Dolayısıyla âyet, Hz. Muhammed’in Kur’an’ı kendisinin ortaya koyabilecek bir potansiyele sahip olmadığını, aksine Kur’an’ın kendisine Allah tarafından bahşedildiğini ifade etmektedir.
“Okumak mı önce yoksa yazmak mı?” sorusuna dinin ilk emri “oku”dur, okumak önceliklidir cevabını verenler olduğu gibi yazı öncedir, okunacak şeyin daha önce yazılmış olması gerekir cevabını verenler de olmaktadır. Dinin ilk emrinin tebliğ olduğunu düşündüğümüzde peygamberin kendisine vahyedileni tebliğ ettiğini dolayısıyla da bilginin/görüntünün/yazının bir önceliği olduğu düşünülebilir. Ancak bunun peygamberlere mahsus bir durum olduğu da gözlerden kaçırılmamalıdır. Peygamber dışı insanlar açısından bakıldığında okumanın önceliği kendiliğinden tebellür etmektedir. Hem de öyle alelade bir okuma değil derinlemesine bir okuma önceliği gerekmektedir. Eskiler yazmak için kırk yaşını / olgunluk çağını geride bırakmak gerektiğini boşuna söylememişler. Bilişsel olgunluğun yanına kimlik-kişilik, hikmet, irfan ve ruhsal olgunluğu da eklemişlerdir. Aksi durumda yarım hocanın dinden, yarım doktorun candan, yarım hukukçunun haktan, yarım ekonomistin maldan… etmesinin önü alınamayacaktır. İki çeşit alimden bahsedilir: Malumat sahibi alim, hikmet sahibi alim. Başkasının ürettiği bilgiyi benimseyip taşıyana malumat sahibi âlim, kendisi bilgi üretene de hikmet sahibi âlim denir. Hikmet sahibi alim olunmadan yazmanın da çok fazla bir anlamının kalmadığı herhalde anlaşılmaktadır. Malumat sahibine ise alim denilip denilemeyeceği herkesin kendi takdiridir.