İlk kez o zaman anladım…
Yıllar önce, Konya Meram’da köfte yemek ve ayran içmek için küçük bir tepenin üzerine çıkalım dedik. Tepede manzaraya bakarken fark ettik ki, hemen arkada bir başka tepe daha var. Çok da acıkmamış olmalıyız ki, daha güzel bir manzara görmek için biraz daha yürüdük ve o tepeye çıktık.
Sonra bir daha… Bir daha…
Her tepeyi aştığımızda, arkasında başka bir tepenin daha olduğunu gördük.
Aşağıdan baktığımızda, öndeki küçük tepenin manzaranın tamamı olduğunu sanıyorduk. Ama her yükseldiğimizde gördük ki, daha geniş bir bakış açısı hep bir sonraki yükseklikte gizli.
Sonunda Takkeli Dağ’a bakarken anladık: Konya’da ulaşabileceğimiz en yüksek yer orası…
PEKİ YA SONRASI?
O an köftelerimizi yerken şu soruyu sorduk:
“Türkiye’de çıkılabilecek en yüksek tepe neresi?”
— Ağrı Dağı…
Peki dünyanın en yüksek tepesi?
— Everest…
Ama ardından başka bir soru geldi zihnimize:
“Dünyanın ötesinde daha yüksek neresi var? Güneşin, galaksinin, evrenin ötesinde ne var?”
İşte o an anladım ki, ne kadar yükselirsen yüksel, manzaranın tamamını görmenin sonu yok.
İnsan, nerede durduğuna bağlı olarak, gözünün görebildiği kadarını görebiliyor.
KAÇ KÜTÜPHANE?
Yıllar sonra ABD’de, University of Texas at Austin’e misafir öğretim üyesi olarak gittim. Oryantasyon sırasında kampüsteki ve şehirdeki kütüphaneler hakkında verilen bilgiler karşısında oldukça şaşırdım. Anadolu Üniversitesi’nde yıllarca kullandığım kütüphane, Türkiye’nin en büyüklerinden biriydi. Ama burada —yanlış hatırlamıyorsam— kampüs içinde tam 17 ayrı kütüphane vardı.
Merkez Kütüphane’ye gittiğimde, iletişim ve medya alanındaki kitapların üç ayrı katta yer aldığını gördüm. Bizim birkaç rafta topladığımız eserlerin, burada duvarlar boyunca uzandığını fark ettim. Fırsat buldukça diğer kütüphaneleri de gezdim. Neredeyse dünyanın her ülkesinden, her dilinden eser bulmak mümkündü.
Sanki dünyanın her yerinden akan bilgi nehirleri burada dev bir okyanusta birleşmiş gibiydi.
Bu kütüphane yolculuğumda, benim için en değerli karşılaşma, 1922 tarihli Walter Lippmann’ın Public Opinion adlı kitabıyla oldu. O dönem Türkiye’de bulunması imkânsız denecek kadar zordu. Yıllar sonra bu eser Türkçeye çevrildi ve ülkemizde de yayımlandı. Hatta o yıllarda, bu kitabın tıpkıbasımı da dahil olmak üzere, Türkiye’ye dört çuval kitapla döndüğümü söylesem, sanırım şaşırtmış olmam.
DOÇENTLİK SINAVI
Bu düşünceler, yıllar sonra doçentlik sınavına hazırlanırken yeniden zihnime geldi.
Okudukça okudum. Öğrendikçe daha çok bilmediğimi gördüm.
Her kitap, beni biraz daha yukarı çıkaran küçük bir tepe gibiydi.
Bir kitabın ardından bir diğeri…
Sonra bir diğeri…
Her bir kitap, belki de okyanustaki bir damla ya da gökyüzündeki bir yıldızdı…
KAÇ KİTAP?
Ve bir gün bir şeyler yazarken bir başka soru zihnime geldi:
“Bir insanın zenginliği neyle ölçülür?”
Para mı?
Belki… Ama eğer bankacı değilseniz, bir arada gördüğünüz para miktarı ne kadardır ki?
Peki, bir bilim insanının zenginliği nasıl ölçülür?
Belki de yaşamı boyunca gördüğü, okuduğu, düşündüğü kitaplarla…
Ama daha önemlisi şu:
“Ne kadar okuduğu değil, okuduklarından neyi anladığı, anladıklarını nasıl yazdığı ve yazarken neyle yüzleştiği…”
Doçentlik sınavına çalışırken çok net anladım:
Okudukça fark ettim ki, daha ne çok bilmediğim var.
Anlatmaya çalıştıkça fark ettim ki, anlatamadıklarım, anlatabildiklerimden çok daha fazla.
Ve bir gün…
Çok basit bir soruya cevap vermeye çalışırken, zihnimde dolaşan onlarca bilgi, onlarca olasılık, sonsuz bilinmezlik karşısında… sustum.
Saatlerce konuşabilirdim. Ama o anda…
Başımı öne eğdim ve sustum.
Ve o anda anladım…
OKUMAK, ANLAMAK…
Anladım ki…
Okumak, manzarayı seyretmek değil. Okumak, manzaraya çıkan yolu yürümek.
Her tepenin ardındaki başka bir tepeye ulaşmak. Her bilinmezliğin ardında başka bir bilinmezliğe yol almak.
Konuşmak ise…
Gördüklerini başkalarına gösterebilme çabası.
Yazmak da öyle.
Ama yazmak için önce gerçekten bakmak, anlamak gerekiyor. Yoksa herkes bir şeyler görüyor ve gördüğünü elbette anlatıyor…
Ama manzaraya en tepeden bakıp anlamaya çalışan; işte o, herkesin satın aldığı kartpostaldan çok daha farklı şeyler görüp, çok daha derin anlamlar çıkarabiliyor.
Bir tepeye çıkıp gördüklerini anlatmak kolay. Bir başka tepeye çıkıp biraz daha geniş açıdan gördüklerini anlatmak da güzel.
Ama birkaç tepe daha çıkıp…
Ve daha çıkılacak çok tepe olduğunu fark ettiğinde…
Gözlerini gökyüzüne dikip yıldızları ve ötesini gördüğünde…
İşte o zaman, anlatacak o kadar çok şey oluyor ki…
İnsan, o an ancak susabiliyor.
PEKİ, SİZİN MANZARANIZ NASIL?
Sonuçta…
Herkes kendi yolculuğunu, kendi manzarasını kendi seçiyor ve o yolda ilerliyor.
Peki, sizin manzaranız nasıl?
Yolculuk nasıl gidiyor?
1 yorum
Hayırlı insan olma yolculuğunda iseniz kahrıda hoş lütfu da hoş değilseniz her şey boş