Milletimizin Kur’an-ı Kerime karşı büyük bir sevgi ve teslimiyet içinde olduğu bir gerçektir. Son yarım yüzyılda okur yazar oranın yükselmesiyle Kur’an’ın metin, meal ve tefsirlerini okumaya yönelik istek de artmıştır. Bu tablonun verimli ve bilinçli gelişmesi için genelde ülkenin eğitim düzeyi özelde ise Diyanet İşleri Başkanlığının konumu önem arz etmektedir. Görevi “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” şeklinde tanımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir müddet önce Kur’an-ı Kerimin meal ve tercümeleriyle ilgili zihinleri kurcalayan kanuni düzenlemesi hakkında birkaç hususu ifade etmek istiyorum. Öncelikle düzenlemede tespit ve karar mercii olarak atıfta bulunulan Din İşleri Yüksek Kurulunun bugüne kadar görev alanıyla ilgili siyasi mülahazalardan bağımsız Kur’an ve Sünnet çizgisinde görüş/karar almaya özen gösterdiğini belirtmek isterim. Bununla birlikte bir yönetmelik maddesiyle çözülmesi mümkün olan Kur’an’ın meal ve tercümeleri hakkındaki işlemin kanunla hükme bağlanması maksadı aşmış ve orantılı olmamıştır.
Diyanetin Vitrini ve Hoş Görü
3 Mart 1924 tarihinde Diyanet İşleri Reisliği adıyla kurulan ve 1952 yılında ise yasa değişikliği ile Diyanet İşleri Başkanlığı ismini alan kurum şu anda yüz bir yaşındadır. Cumhuriyet döneminde yapılan bütün Anayasalarda yer verilmiş ve görevi özel kanunla düzenlenmiştir. Şüphesiz bu asırlık teşkilatın günümüze ulaşmasında birçok İslam alimi, din görevlisi, devlet adamı özellikle milletimizin maddi ve manevi katkıları olmuştur. 1975 yılında kurulan Türkiye Diyanet Vakfı ise kuruma daha geniş imkanlar sağlamıştır.
Tarihin birikimini bağrında taşıyan Diyanet’in asli görevi, toplumun sahih dini bilgilere ulaşmasına öncülük etmektir. Kuruluşunun zor günlerinde bile Mushaf, Kur’an-ı Kerim meali, tefsir, hadis ve ilmihal gibi yayınları basmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Cumhuriyet’in ilânından sonra Kur’an mealleri yayımlanmış olsa da üslup ve usul bakımından yeterli olmadığı için TBMM’nin desteği ile Diyanet İşleri Reisliği ve İslam alimleri nezdinde kabul görecek meal arayışına girilmiştir. Görüşmeler sonunda bu görev Mehmed Âkif Ersoy’a verilmiş ancak Âkif yedi yılda hazırladığı tercümenin ibadetlerde okutulacağı endişesiyle ilgili mercilere teslim etmemiştir. Bu kez aynı görev, Kur’an tefsirini yapmakla görevlendirilen Elmalılı Hamdi Yazır’a tevdi edilmiş ve hazırlanan meal “Hak Dini Kur’an Dili” adıyla yayımlanmıştır. Aynı bilim insanının tamamladığı dokuz ciltlik tefsir de halkın istifadesine sunulmuştur.
Bu sürecin devamında İzmirli İsmail Hakkı, Ömer Rıza Doğrul, Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Tevfik, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Osman Nebioğlu, Sadi Irmak ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi şahıslar da meal ya da tercümeler yapmışlardır. Bunların bir kısmı günümüze kadar ulaşmış bir kısmı da zamanla yayımdan kalkmıştır. İlginçtir yüz yıl önce Kur’an’ın meal ve tefsiri için ilim insanı aranırken bugün de aynı yayınlara yönelik yasal düzenleme ile bilim insanlarını tedirgin eden bir ortam oluşması doğru değildir. Oysa ki Başkanlığın bugüne kadar sahip olduğu yayın koleksiyonu, kurum içi ve kurum dışındaki bilim insanlarının samimi katkılarının olduğu açıktır. Günümüzde kırılgan ve değişik beklentilere sahip gençlere hitap edecek yeni bir yayın üslubu ve dilinin inşası önem arz etmektedir. Pratik, teşvik edici hatta yarışma düzenlemek suretiyle Mehmed Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” ifadesindeki anlayışa her zamandan daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
Meal ve Tercümelerde Zorluklar
Sıradan bir eserin bile anlam ve içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden başka bir dile çevirmenin güçlüğü dikkate alındığında Kur’an’ın tercümesindeki zorluğun kat kat fazla olduğu açıktır. İslam kaynaklarında Kur’an’ın başka dillere meal ve tercümesini doğrudan emreden yahut yasaklayan bir ifade yoktur. Kimi İslam bilginleri, Kur’an’ın mealini/tercümesini zaruri görürken bir kısmı da onun lafızlarının da mu‘cize olduğu gerekçesiyle başka dillere çevrilemeyeceğini ileri sürmüştür. Ancak uygulamada ilahi kitabın meal ve tercümesini savunanların görüşü erken devirlerden itibaren kabul görmüş ve uygulanmıştır. Kur’an’ın Türkçe ’ye özgü tercümesine meal denilmiştir. Bu husus Osmanlı Türkçesi’nde “mana ve mefhum” kavramlarıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla meal, “Kur’an’ın harfiyen değil mana ve mefhum bakımından tercümesi” şeklinde anlaşılmalıdır.
Kur’an’ın meal ve tercümelerinde bir değil birçok zorluk birbirine eşlik etmektedir. Konu ile ilgili İslam alimi Kâmil Miras, Hasan Basri Çantay’ın meali için yazdığı takdir yazısında olayı şöyle ifade etmiştir: “Her tercümede asla sadakat, konunun ilk ve son şartıdır. Kur’an’ın her ayeti, her kelimesi, her sığası, hatta her edatı birden fazla dini hükümlere delalet ettiğinden asla sadık kalmak mütercim için önemli ve zorunlu bir görevdir.” (Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 1/6) Elmalılı Hamdi Yazır ise tercümeyi; “bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmek” şeklinde açıklamıştır. (Hak Dini Kur’an Dili, Cilt, 1/2)
Hasan Basri Çantay da mealinin önsözünde şu gerçeği dile getirmiştir: “Kur’an-ı Kerimin meallerinde ne kadar olgunluk hasıl olursa olsun Allah kelamının tam hakkını verebilmek hiçbir zaman ve hiçbir vecih ile kaabil olmayacaktır. Zira Allah Kelamı ile beşer kelamı arasındaki fark tıpkı yaratanla yaratılan arasındaki farkdır. Bu farkı gidermeye ins-ü cin şöyle dursun, melekler ve peygamberler bile muktedir değildir. Çünkü o “ezeli” bu “fani” bir dildir işte sözün özü” Bu duyarlılıkla günümüzde Arapça dili ve Kur’an-ı Kerimin muhtevası hakkında ilmi kudreti olan, dünyadaki gelişmeleri okuyabilen bilim insanlarının Kur’an’ı Kerimin meal/tercüme ve tefsiri ile ilgili proje ve çalışmalarına destek sağlanması önem arz etmektedir.
Metni Muğlak ve Ucu Açık Bir Düzenleme
29 Mayıs 2025 tarihinde TBMM’de kabul edilen kanuna göre; “..yapılacak inceleme sonunda İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu Kurul tarafından tespit edilen yayınların, Başkanlığın yetkili ve görevli yargı merciine müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilir. Yayının internet ortamında yapılması halinde, Başkanlığın müracaatı üzerine, yetkili ve görevli yargı merci bu yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verir.”
Kur’an’ın meal ya da tercüme adıyla yapılan yayınların inceleme ve değerlendirme yetkisinin Din İşleri Yüksek Kuruluna verilmesi isabetlidir. Ancak Kur’an-ı Kerim meali gibi nazik bir konuda “İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı, yargı merciine müracaat, yayımın durdurulması, toplatma ve imha etme” gibi kavramların içi nasıl doldurulacağı açık değildir. Örneğin “İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı” kısmı olabildiğince kapsamlı, muğlak ve ucu açıktır. Yargı mensubu ve bilirkişilerin bu göreceli konularda zorlanacakları açıktır. Nitekim geçmişten günümüze Allah’ın zat ve sıfatları, alemin varlığı, nübüvvet, ahiret halleri gibi problemler tartışılmış ve İslam’ın bir zenginliği olarak itkadi, ameli mezhepler ortaya çıkmıştır. Müslümanların çoğunluğunun itibar etiği Matüridiler ile Eşariler’in, ayetlerin yorumunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Zira dini hükümlerin resmi düzenlemelerle disipline edilemeyeceğinin bir örneği de Mu‘tezile kelamcılarının Abbâsî halifelerini etkilemeleriyle başlatılan “halku’l-Kur’ân” (218 /833)diğer adıyla Mihne politikasıdır. Bu irade ile birçok İslam alimi sorgulanmış ve mağdur edilmiştir.
İzmirli İsmail Hakkı da dini konulardaki “hürriyet, hoş görü ve fikri zenginliği” şöyle açıklamıştır “Ehli İslam, bidayetten itibaren umumi hürriyeti, istiklal, efkar ve ef’ali adet edinmişler idi. Mülûk ve ümera huzurunda reylerini serbest söylerler idi. Mülûk ve ümeranın heybeti onların serbest olarak beyan-ı efkâr etmelerine mâni olamaz idi. İftirak ve ihtilaf-ı mezahibin menşe-i hürriyeti efkardan başka bir şeye hamlolunamaz. İslam ukul ve efkarı, iradat ve efali zincir taklidinden kurtarmış Kitap ve Sünnet’in manalarını istihraç hususunda beşeriyete salahiyet bahşetmiştir. Ona ehil olan herkes o salahiyeti istimalden men olunmaz.” (Yeni İlm-i Kelâm / 107)
Meal ve Tercümelerde Hakem Görüşü
Kur’an-ı Kerîm; en büyük mucize olarak Hz. Peygamber (sav)’e nazil olan, Mushaflar halinde yazılan, hâfızalarda korunan, okunması ile ibadet edilen ve tevatür yoluyla nakledilen ilahi bir kitaptır. Onun Araplar arasından seçilmiş bir peygambere Arapça olarak nazil olması, sadece Arabistan’a mahsus bir kitap olduğu anlamına gelmez. Aksine onu bir topluma hasretmek, Allah’ın rahmetini ( A‘râf 7/156) diğer insanlara karşı daraltmak demektir. Çünkü Çenab-ı Hak her millete kendi dilinde konuşan bir elçi göndermiştir (İbrâhîm 14/4) Kur’ân-ı Kerim de son kitap ve Arapça olarak bütün insanlığa gönderilmiştir. İlim ve fikir adamları ondaki ilahi muradın anlaşılması ve sosyal hayata yansıtılması amacıyla birçok dilde meal ve tefsir çalışması yapmışlardır. Diyanet İşleri Başkanlığı da Türkçe ve başka dillerde hazırladığı birçok meal ve tefsiri literatüre kazandırmıştır.
Sonuç olarak Din İşleri Yüksek Kurulu Kur’an’ı Kerim mealleriyle ilgili inceleme ve değerlendirme yetkisini bürokrasi ve resmiyete indirgemeden hakem usulü ile daha sağlıklı yapabilir. Günümüzde ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanan makaleler bile hakemlerin görüşüne tabidir ve karara saygı duyulmaktadır. Toplum için hayati önem arz eden Kur’an-ı Kerim meallerinde de aynı sistem esas alınabilir. Bu durumda hem tartışmalar asgari düzeye çekilmiş olur hem kurum daha güçlü ve haklı olur. Kurul konu ile ilgili kriterleri belirledikten sonra biri kurum içinden diğeri dışından olmak üzere atanacak hakemlerin düzenleyecekleri raporlara göre işlem tesis edilir. Mealin Mushaf kısmıyla birlikte yayımlanması isteniyorsa ilave olarak Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulunun onayı da alınarak işlem tamamlanır. Aksi halde kanun ve sert müeyyidelerle söz konusu yayınların önüne geçmek mümkün değildir. Tıpkı geçmişten bu yana Başkanlığın mührü olmadan Mushafların basım ve yayımı yasak olmasına rağmen piyasada mühürsüz Kur’an-ı Kerimlerin hiç eksik olmadığı gibi.
5 yorum
Güzel bir çalışma. Elinize, yüreğinize sağlık.
Yönetmeliğin çıkarılmasına zemin oluşturan (olumsuz )somut bir örnek varmıdır?
Bir şey değişir, her şey değişir.
Bir şeyi bilmek, her şeyi anlamaktır.
13 yıl Kur’an’ı incelemiş olan bir yazar olarak beyan ve ilan ediyorum ki, 1400 yıldan beri yeryüzünde bilinmeyen veya yanlış bilinen birçok İlâhi bilgiler, olaylar ve olgular vardır;
Allah’ın/Kur’an’ın gelmiş, geçmiş ve gelecek en önemli, en değerli, en rasyonel, en dinamik ve en evrensel mesajı şudur: Allah’ın 1400 yıldan beri Kâinat üzerinde gözlem dışında hiçbir müdahalesi yoktur ve Kıyamete kadar da olmayacaktır. Kaynak: Maide 3. ayet.
Bu şu demektir: Kâinat 1400 yıldan beri materyal prensiplerle otonom olarak işlemektedir.
Kur’an meallerini yasaklamak, aklın dinamizmine ve Kur’an’ın rasyonelliğine ve Evrenselliğine son derece aykırıdır. Bu yasaklama, içtihat kapısını kapatmaktır.
Oysa Allah insana özgürce düşünmeyi ve ifade etmeyi bahşetmiştir; Kaynak: Zümer 18. ayet. – Şura 38. ayet.
Doğru tektir, gerçek tektir, aklın yolu birdir.
Selametler…
Not: ‘Allah Felsefesi’ adlı kitabın yazarıyım.
Allah razı olsun hocam. İstifade ettim.
Kaleminize, emeğinize sağlık.
Fikret bey çok güzel tesbitler yapmış.Çözüm yollarını da göstermiş.Teşekkür ediyorum.