Esas olarak değer verilmesi gereken şey hayat değil, iyi bir hayattır.
Socrates [Antik Yunan Filozofu; M.Ö. V. yy]
Daha önce bu köşede, organ naklinden bahisle insan hayatının ne zaman sona erdiğini tartışmış ve beyin ölümünün insanın ‘tamamen’ öldüğü anlamına gelmediğini, dolayısıyla beyin ölümü gerçekleşen kişilerin organları alındığı sırada öldü(rüldü)ğünü -veya hayatının sona erdirildiğini- yazmıştım.
Kişisel gözlemime göre hekimlerde, bazı konularda olduğu gibi, insanın bir fert olarak hayatının ne zaman sona erdiği ve ne zaman başladığı konusunda bir ‘düşünmeme’ hali mevcut. Bu soruya cevapları ya “bu konuda tıp ne diyor?”, ya da “bu konuda hukuk ne diyor?” oluyor. İşte tıp etiği dersi okumamış -okusa da hakkıyla okumamış- bir kişinin cevabı tam da böyle olur. Biz tıp etiği derslerinde öğrencilere bu konuyla ilgili farklı görüşleri gerekçeleri ile anlatır, sonra da kendilerini bu görüşler arasında birini benimsemeye teşvik ederiz.
Bu hafta sizleri “Sizce insan hayatı ne zaman başlar?” sorusunun cevabını bulmaya davet edeceğim. Ancak o zaman pek çok tıbbi ve bilimsel uygulamanın (örneğin; kürtaj, tüp bebek uygulamaları, genetik mühendislik, embriyo deneyleri, genetik kopyalama vs.) etik açıdan kabul edilebilirliği üzerine konuşulabilir, ancak o zaman, bu işlemler sırasında sonlandırılanın bir insan bireyinin yaşamımı yoksa herhangi bir canlının yaşamı mı, olduğu söylenebilir.
Tahmin ediyorum, kadın-doğumcular ve embriyologlar da dahil pek çok hekim bu konu üzerinde fazlaca kafa yormamıştır. Tabii düşünmemiş olmaları bir görüşleri olmadığı anlamına gelmez. Malumunuz bizde fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olma gibi bir ön şart yoktur.
İsterseniz en baştan başlayalım; Şüphe yok ki bir sperm ve bir ovum ‘canlı’ olmalarına rağmen henüz bir araya gelip 46 kromozomlu bir canlıyı oluşturmadan bir ‘insan canlısı’ olarak kabul edilemez. Dolayısıyla insan yaşamının bir fert olarak en erken başlamış olma ihtimali döllenme anıdır ki Katolik Hıristiyanlar böyle düşünür ve onlar için kürtaj ve her türlü embriyo çalışması yasaktır, çünkü bir insanın hayatına son verilmesi anlamına gelmektedir.
Bir başka görüş, döllenmiş yumurtanın (zigotun) rahime tutunduğu (implantasyon) anı, sembolik olarak ‘hayata tutunmak’ olarak düşünüp, hayatın başlangıcı olarak kabul eder. İngiliz hükümetinin hayatın başlangıcını saptaması için oluşturduğu kurulun görüşüne göre bu zaman, embriyonun sırtında omurgaların (somitler) oluştuğu gün olan 14. gündür. Çünkü bu aşamaya kadar ikizleşme ihtimali vardır ve döllenme sonucunda bir birey mi iki birey mi oluşacak ancak bu aşamada belli olur. İngiltere’de kürtaj, tüp bebek, genetik araştırmalar ve embriyo çalışmalarına ilişkin yasalarda hep bu süre dikkate alınır.
Hayatın başlangıcını bazı organların oluşumuna bağlayanlar vardır ki bunlar genellikle kalbin oluşmasını (ve/veya çalışmaya başlamasını) veya beyinin oluşmasını (ve/veya fonksiyonlarının başlamasını) dikkate alırlar.
Bu konuda bir başka görüş ise, anne karnındaki çocuğun hayatta kalmasının anneye kordon bağı ile bağlı olması gerçeğinden hareketle, ancak anneden ayrıldığında da –tıbbi destekle birlikte bile olsa- hayatta kalma kapasitesine sahip olduğu anın (viability) o kişinin yaşamının bir fert olarak başladığı yönündedir.
Bazı düşünür ve bilim adamları da insanın bir fert olarak yaşamının başlangıcının dünyaya gelip ilk nefesini alması anı olduğunu söyler ki, geçmişte Pisagor, günümüzde ise Yahudiler böyle düşünürler. Bu yüzden Yahudi tıp etiğinde doğmamış çocuğun yaşamını sonlandırmak bir insan öldürmeye eş değer değildir.
Yukarıda saydığım görüşler tamamen tıbbi -veya bilimsel- veriler dayalı olan bir zaman tespiti arayışıydı ve insanın sadece ‘fiziksel’ bir varlık olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Bir grup düşünür ve bilimadamı ise insanın yalnızca fiziksel bir varlık olmadığını, onun bir de ‘metafizik’ (spiritual/ruhani) yanı olduğunu savunur. Dolayısıyla insan hayatının, bedenin ruh ile buluştuğu an başladığına, ruhun bedenden ayrılmasıyla da sonlandığına inanır. Aristo, Pisagor ve pek çok antik Yunan filozofu da dahil, Thomas Aquinas gibi Orta Çağ Hıristiyan alimleri ile İbn-i Sina, Farabi, Gazali gibi İslam alimleri de buna ilişkin görüşler ortaya koymuşlardır. Ayrıca, yeryüzündeki insanların tamama yakınının dini inanışlarını oluşturan Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet ve Budizm’de ruha inanılır ve kendi anlayışlarına göre bir ‘ruh-beden buluşma zamanı’ tanımlaması yapılır. Ama ben bunlara iki nedenle girmeyeceğim; Birinci ve asıl neden, ülkemizde akademik ve bilimsel camiayı oluşturan zevatın önemli bir kısmının bu tür konuların akademik ve bilimsel ortamlarda konuşulabileceği düşünce olgunluğuna sahip olmamaları, ikinci neden ise köşe yazımın kelime sayısı sınırlaması.
Ancak, “hangi inanç sisteminde, ruh bedenle ne zaman buluşur?” sorusunun cevabını merak edenler bana yazabilirler. Kendilerine cevap vermekten mutlu olurum.