Injustice anywhere is a threat to justice everywhere.
[Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için bir tehdittir.]
Martin Luther King Jr. (1929 – 1968)
Akademisyenlik hem zor, hem zevkli, hem de kendine özgü “kuralları” olan bir meslektir. Akademisyenliğin sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir “yaşam biçimi” olduğunu söyleyenler de vardır. Eski hocalar gücenmesin ama, 21. yüzyılın başından bu yana akademik yükseltmeler, 20. yüzyılın ikinci yarısına göre çok daha zor. Artık gazete makalesi veya fakülte dergisi yayınıyla doçent-profesör olma dönemi geride kaldı. Bunda YÖK’ün getirmiş olduğu kriterlerin yanında, Türkiye’nin her alanda olduğu gibi akademik alanda da uluslararası düzeyde söz sahibi olma çabalarının etkisi de bulunmakta.
Malum, eskiden akademisyenlik –özellikle de tıp fakültelerinde- “babadan/anadan oğula/kıza” geçen bir şeydi. O dönemlerde asistan, boyuna-postuna, huyuna-suyuna, eşine-dostuna bakılarak alınırdı. Neyse ki TUS denilen sistem çıktı da, en azından asistan olmanın yolu, “Anadolu Çocuğu”na da açıldı. Fakat bu, “Anadolu Çocuğu”nun asistanlığın bir adım ötesine geçmesine yetmiyordu. Nesnel olmayan kriterler yüzünden yine fakültelere hoca adayı olmak boya-posta, huya-suya, eşe-dosta bağlıydı. Derken, fakülteler ve üniversiteler, YÖK’ün de zorlamasıyla belli standartlar getirdi. Bu, her ne kadar “Anadolu Çocuğu”nun hak ettiği kadrolara girmesini garantilemediyse de “mavi kan sahibi beyzade”lerin işini biraz zorlaştırdı. Hiçbir şey halâ garanti değildi, çünkü dosyalar her halükârda incelemesi için jürilere gönderilmekteydi. Zaten benim buraya kadar yazdıklarımın tümü de bu “jüri” konusunu irdelemek için bir girizgâh mahiyetindeydi.
Bilindiği gibi, tıp fakültelerindeki akademik yükseltmeler için kurulan jüriler o alanın profesörlerinden oluşmakta. Dosyaların kendilerine gönderilmesiyle jürilere şöyle denmiş olur; “Ey hoca! Siz ki yıllarınızı bu disipline vermişsiniz. Ders vermiş, yayın yapmış, hekimler yetiştirmişsiniz. Yani siz, bu alanda yükselmek, sizin gibi güzel işler yapmak isteyen bu dosyanın sahibi olan gencin bu işe ehil olup olmadığını takdir edebilecek olan bir kişisiniz. Dosyada gencin özgeçmişi ve yayınları var. Lütfen bunların ışığında değerlendirmenizi yapıp bize gönderin.” Peki jüri böyle mi yapar? Şimdi burada 40 bin tane örnek vermenin alemi yok. Herkesin bildiği gibi, maalesef değerlendirmeler çoğu zaman hiç de objektif ve bilimsel olarak yapılmamakta. Fakülte yönetim kurulundayım o yüzden biliyorum; aynı aday hakkında 2 farklı hocanın yaptığı değerlendirmeleri görünce “Bu hocalardan birisi ya yalancı, ya da bu işten hiç anlamıyor” diyesi geliyor insanın. İnanamıyorsunuz aynı dosya üzerinde böylesine farklı yorumlar yapılmasına.
Bu tür dosya incelemeleri, bir akademisyen için “dünyadaki sırat köprüsü” demek olan doçentlik sınavlarında daha bir önem arz etmekte. Şüphesiz her türlü jüri üyeliği şerefli ve onurlu bir iştir –ve onurlu ve şerefli insanların işidir-, ama doçentlik jürisi olmak bambaşka bir şey. Söz konusu olan, bir akademisyenin büyük emekler harcayarak doldurduğu ve özenle hazırladığı dosyayı değerlendirmek.
Bu günlerde binlerce kişi doçentlik sınavının yayın aşamasından geçip-geçmediğini öğrendi. Yine her yıl olduğu gibi pek çok komedi ve trajedi yaşanmakta. Sadece 3 yabancı yayınla dosyadan geçenlerin yanında aynı alanda 25 yabancı yayınla kalanları mı istersiniz? Aynı dosya hakkında birbirinden tamamen farklı değerlendirmeler verenleri mi istersiniz? Tek suçu aynı klinikten başka bir arkadaşının da doçentlik başvurusunda bulunması olan kişiye “Bu sene git, seneye görüşürüz” denilmesini mi istersiniz? Kimisi “Sen taşrada bu kadar çok yayını nasıl yaptın?” diye ‘çaktırılırken’, kimisinin de “Senin yaşın daha genç biraz daha piş” diye geri çevrilmesini mi istersiniz?
İnsanın en çok kanına dokunan da, hayatı boyunca, değerlendirdiği adayın 2 yılda yaptığı kadar yayın yapamamış hocaların adayı yayından bırakması oluyor. Bazen öyle oluyor ki, jürideki hocanın değil yayın yapması, içindeki makaleyi bile hakkıyla anlamaktan aciz olduğu dergilerde yayın yapan doçent adayları için olumsuz görüş bildiriliyor. Tabii insanda biraz insafın olması gerek. Kişi; “Ben profesörüm ama bu genç benden daha değerli çalışmalar yapmış. Ona olumsuz görüş bildirmem ayıp olur.” diyebilmesi lazım.
Kısacası bu günlerde pek çok evde haksızlığa uğramış olmanın üzüntüsü ve öfkesi yaşanıyor. Acaba bu haksızlığı yapanlar ile kendilerine “emin” diye güvenilip hakemlik yapması istendiği halde bu güveni kişisel görüş ve ideolojileri yüzünden suiistimal edenler rahat uyuyabiliyorlar mı? Bilmem, yapılan haksızlığın, bir gün dönüp kendilerini, kendilerini olmasa da sevdiği insanları bulacağını hiç düşünüyorlar mı?
Sevgili “büyük hocalar” bu sene geçti, ama bundan sonrası için sizden bir ricam var. Lütfen size gelen dosyaları, hele ki doçentlik dosyalarını adil şekilde değerlendirin. Unutmayın adalet mülkün temelidir. Adil davranmayanların adalet isteme hakkı da olmaz. Şüphesiz hepinizin öyle olduğunu ima etmiyorum. Ama aranızda böyleler o kadar çok ki. Unutmayın sizden adayın bilimselliğini değerlendirmeniz isteniyor, sosyal yönünü değil. Oysa sırf bu sene kaç yüz tane aday sadece “sosyal endikasyon” yüzünden yayından kaldı, değil mi?
İnsaf, merhamet, adalet…